(İşverenin, işçiden verimli çalışmasını, işyerini bir rızık kapısı ve emanet olarak görmesini, aldığı ücreti haketmesini isteme ve bekleme hakkı vardır. İşveren de İşçisini bir emanet olarak görecek, ona yediğinden yedirecek, giydiğinden giydirecektir.)
İşçi işinde çalıştığının kârına, servetine bîr şeyler katar. Bu faaliyetten de, geçimini sağlamayı umar. Bu normal.. Ama işçî-işveren münasebetleri nerede başlayıp nerede bitecek? İktisadi sistemler arasındaki tartışmanın kaynağı bu...
Klâsik kapitalist uygulamalar, kâr için her şeyi mubah sayan bir ifrat icraat sergilemişler. Bu uygulamada çalışanlar ve onların hakları değil, işverenin arzuları ön planda olmuş. Anlatılır ki, Afrika'dan, Asya'dan gemilerle köleler, esirler taşınmış: bunlar boğaz tokluğuna maden ocaklarında, toplu işyerlerinde çalıştırılmışlar. Nakledilen bu senaryolar mübalâğalı olsa bile, Batı'da katı, klasik kapitalist uygulamalar, yine de çalışanı, çalıştıranın tek taraflı iradesine, insafına terkeden bir anlayışı temsil eder.
Bu böyle devam etmemiş, işçinin aleyhine gelen bu katı icraat, sonunda toplu patlamalara sebep olmuş, işyerleri yer-yer işgal ve tahrip edilmiş; patrondan-işçi yığınlarına el değiştirmiş; bu defa hakimiyet güya işçilere geçmiş; bundan da "kolektivizmi" tefriti doğmuş.
Bugün klâsik kapitalizm de, saf-katı kolektivizm de hayatta değil. Olamazdı, zira her ikisi de insan fıtratına uymuyordu. Kapitalizm liberalleşti; bunun tefriti olan hayalî işçi imparatorlukları hiç kurulamadı ve yerini kolektivist-devletçi uygulamalara; devlet, bürokrat ve parti saltanatına bıraktı.
Bu iki aşırı uç arasında makûl yol ne idi? Çalışanı, çalıştıranın insafına terkeden anlayışla, patronu, hattâ mülkiyeti ortadan kaldıran, fakat aslında işçiyi ve bütünü ile bir insanı ezen aşırı müdahaleci rejimler arasında bir orta yol mu idi?
"Karma ekonomi" bu arayıştan doğdu. Karma ekonomi mülkiyeti tanır, fakat mülkiyet hakkının istismarına izin vermez. Serbest teşebbüsü korur, fakat serbest müteşebbise, çalıştırdıklarının haklarını tanıyan mükellefiyetler yükler. Asgarî ücret, sigorta, emeklilik, izin, tedavi hakkı, işten haksız çıkarmalara mezuniyet tanımıma gibi tedbirler, bu yeni arayışın, anlayışın, uygulamanın sonucu.
İnançlarımız, tarihî ve millî geleneklerimiz bu konularda ne diyor? Konunun bizim açımızdan önemi bu olmalıdır. Zira alınan idarî tedbirler, içtimaî bünyeye ne kadar uygunsa o kadar uygulanabilir, o kadar yaşarlar...
İŞÇİNİN HAKKI
İşçinin hakla, her şeyden önce, herhangi bir işyerinde çalışma veya çalışmama hürriyetine sahip bulunmasıdır. İslâmiyette insan güç, kabiliyet ve imkânlarına göre, istediği işte çalışma tercihine sahiptir. Çalışmak farzdır. Ancak, çalışma sahasını, branşını seçme hakkı, tercihi insana tanınmıştır.
Çalıştırılan insanın başta gelen hakkı şüphesiz "Ücret"tir. İslamiyet’te "işe göre ücret", "ücrete göre iş" esastır. Bunun mânası, farklı işe farklı ücret ödemek demektir ki, âdil olan da budur.
Bu prensibe göre işçiye evvela hakettiği verilecektir. Derhal verilecek, "teri kurumadan" verilecektir. İşçi ise aldığı ücreti hak edecek, hakettiğinden fazlasını istemeyecektir. Zaman zaman ve yer yer görüldüğü gibi işçilerin teşkilâtlanıp baskı unsuru oluşturmaları; işi yavaşlatma, işe ve çalışmak isteyene mani olma, işyerini işgal etme gibi fiili durumlara girişmeleri; işyerine ve işverene zarar vermeleri; işyerinde verim, kâr ve karlılık kalmadığı zaman bile, fiili durum ve tehditlerle, çalışmadıkları halde ücret istemeleri, İslamiyet’te meşru görülmeyen durumlardır. İnsan için ancak çalışması ve emeğinin karşılığı vardır. Hak edilmeyen kazanç meşru değildir.
İkramiye, emeklilik, sigorta, izin, tedavi gibi sosyal haklar, işe girerken yapılan akit ve pazarlığa dahilse, bunlar da "ücret" mefhumunun içindedir.
Başkasının işinde çalışan kimsenin, gerektiğinde hastalık ve işsizlik tazminatı diye bir tazminatı; ruh ve beden sağlığının korunmasını; gücünün üzerinde ve insan haysiyetine yakışmayan işlerde çalıştırılmamasını işverenden istemeye hakkı vardır.
İŞVERENİN HAKKI
Çalışma hayatının diğer tarafı işverendir. İşveren âmmeye hizmet eden bir iş sahası açmakla, sermaye ve emeğini bazı rizikoları da göze alarak devreye sokmakla, kifaye bir farzı yerine getirmektedir. Bu sebeple işverene sadece kârı ve kârlılığı düşünen bir unsur değil, işsizlere iş sahası açan; cemiyet içerisinde ihtiyaç duyulan mal ve hizmetleri üreten bir unsur olarak bakılmalıdır. Kendi emeği ile yetinmeyen; servetini ve maddi imkânlarını yeni imkânlar elde etmek üzere çalışma hayatına süren insan, âmmeye hizmet eden insandır, takdir ve tebrike lâyıktır.
Her hak bir vazifeyi, ifa edilen her vazife de bir hakkı davet ettiğine göre, işçinin hakları işverene; işverenin hakları işçiye bazı mükellefiyetler yükleyecektir şüphesiz. O halde işçinin hakkı derken işverenin mükellefiyetleri; işverenin hakkı derken de işçinin mükellefiyetleri anlaşılacaktır. İşverenin, işçiden verimli çalışmasını; işyerine her ne suretle olursa olsun zarar vermemesini; işverini bir rızık kapısı ve emanet olarak görmesini; aldığı ücreti haketmesini ve helâl ettirmesini isteme, bekleme hakkı vardır.
İşveren de işçisini bir emanet olarak görecek, ona yediğinden yedirecek; giydiğinden giydirecektir. "İş barışı", işçi ve işverenin karşılıklı hukuka saygısı ile sağlanabilir.