Hamdi Mert :: hamdimert.com
Köşe Yazıları
HALKIN İÇİNDE OLMA - 27 Eylül 1985

Kurban Bayramı'ndan önceki günlerde bir otobüs seyahatim oldu. Memleketim Anamur'a otobüsle gittim, otobüsle döndüm. Bizim gibi, yıllık izin nedir bilmeyecek kadar işiyle nikâhlı olanların bazen "insan içi­ne" çıkması, köy-şehir, çarşı-pazar nasıl, görmesi zarurî hale gelmiş. Onu anladım. Dünyayı sırça saraylarından seyreden­ler; insan olarak sadece devlet dairesine gelenleri görebilenler; memleketin her yanına şamil olacak kararlarını oturduğu ma­sanın başında verenler yanılırlar, çok yanılırlar... Hükümet erkânı, karar yetkisine sahip üst yöne­ticiler, parlamenterler mümkün olsa da, tebdil-i kıyafet ederek halkın içine bir girseler. Çarşı-pazarı dolaşsalar. Garda, garaj­da; otobüste, trende vatandaşı olduğu gibi, tabii yaşayışıyla bir temaşa etseler. Çok şeyler görecekler, çok şeyler öğ­renecekler. İyilikler de görecekler, kötülükler de. İyiliklerden moral kazanacak, kötülüklerden ibret alacaklar.

Bu seyahatimde iyiler ve iyilikler de gördüm, kötüler ve kötülükler de. Doğrusu milletimi daha iyi tanıdım. Moral ka­zandım, ders aldım.

Ankara otobüs termi­nalinde, bunaltıcı ağus­tos sıcağında otobüse bindik. Bir bilet yanlışlığı olmuş. "Bayan yanı" diye satılacak bileti bir beye satmışlar. Bayanı uğurlamak üzere kocası da gelmişti. Otobüs ve yazıhane sorumluları mahcup oldular. Taraf­lar tartışmaya başlama­dan, küçük çocuğu ile seyahate çıkan bir köy­lü baba, tatsızlığı önledi: Ayağa kalktı, "Ben bayın yanına geçeyim, hanıme­fendi çocukla otursun" dedi. Kendisini ilgilendirmediği, henüz bir ri­cada da bulunulmadığı halde, 11 saatlik bir yol­culuk için, doğrusu hasbi bir fedâkârlık bu Müslüman-Türk insanına mah­sus bir jestti.

İŞTE TÜRK KÖYLÜSÜ

25 yıl Amerika'da ya­sayan ve artık Tür­kiye'ye dönen bir profe­sör dostum, tatilini, bir senaryo yazmak üzere git­tiği Anamur'da geçiriyor­du. Senaryosuna yardımcı olmak üzere dağ-taş dolaştık. "Kuş konmaz, kervan geçmez" bir dağbaşından bitkin halde dönerken, meskun olmayan bu ormanda bir tarvarla karşılaştık. Bir köylü ailesi, kovanlık yapar gibi, bir ağaç gövdesine talvar yapmıştı. “-İşte su!” diye mırıldandık. Profesör dostum: “Acaba bunların kabından su içilir mi?” diye sormasın mı? Doğrusu Türklük, köylülük, hatta insanlık gururuma dokundu. Olanca gücümü toplayıp, âdeta haykırdım: "-Sîz Türk köylüsünü ne zannediyor­sunuz? Onlar her şeyin en iyisini, en güzelini, en safını ve tabiisini yer içerler! Yürüyün de gö­rün!" dedim. Yaşlı köylü, karısı, yetişkin kızı, küçük oğlu, hepsi yukarı­da talvarda idi. İzin is­teyip yanlarına çıktık. Bize sanki hiç açılmamış minderler serdiler. Su istedik. Hangi ağacın di­binden alındığını bileme­diğimiz buz gibi su içirdi­ler. Su verdikleri tas o ka­dar temiz, o kadar beyaz, o kadar gıcır gıcır idi ki, suyu mu içtik tası mı, bilemedik. Ana-kız ve oğul ağaçlara tırmandılar. Bi­ze sütü üzerinde yaban incirleri sundular. Fır­sat bu fırsat dedim. As­lında sağlam bir Müsluman-Türk olan, fakat Türk köylüsünü unuttuğu an­laşılan dostuma Türk kö­yünü, köylüsünü do­ya doya anlattım.

Ankara'ya dönüşümde, karşı- koltukta, deniz sefasından dönen gü­zel giyimli olgunlaşmış bir genç oturuyordu. Ar­kasında da iki çocuklu bir aile vardı. İki koltukta 4 kişi.... Gece yolculuğun­da insan uyumak ister. Belki de bunun için gece yolculuğunu tercih eder. Olgun delikanlı koltuğu bu maksatla her yatırışta, arkada oturan kucağı çocuklu ana-baba sıkın­tıya düştüler. Hattâ ço­cuklar bir iki defa da, yatırılan koltuk altında sı­kıştılar ve ağladılar. Edepli ana-baba hepsini sineye çekti. Öndeki genç beyin keyfini bozmama­ya itina gösterdiler. Çev­redekiler dayanamayıp, genç beyefendiden biraz dikkatli olmasını istedi­ler. Adamın bir bakışı var­dı ki, "-Koltuğun parası­nı ben ödedim" der gibiy­di. Nitekim bu sert ba­kışlı cevaptan sonra, kol­tuğu olabildiğince arkaya yıktı, iki elini başının üs­tüne kilitledi ve öyle bir kuruldu ki, keyfine diye­cek yoktu.

Öğrencilik yıllarımı hatırlıyorum. O yıllarda İn­giltere'de bir üniversite öğrencisi, umuma açık bir parkta herkesin gözü önünde tırnaklarını kesmiş; bir başkası otobüste kendisinden yaşlı­lara  yer  göstermemişti de, İngiliz gazeteleri, "Yeni yetişenlere ingiliz gelenekleri öğretilmiyor" diye seslerini yükseltmiş­lerdi.

Yeni yetişenlerimizde ne zaman millet terbi­yemize uymayan bir dav­ranış görsem, İngiliz gazetelerinin bu haklı çıkış­larını hatırlarım. Kapalı bir yerde sigarasını tüt­türüp yanındakilerin yüzüne gözüne üfleyenle­ri; sokaklarda naralar atıp düşe-kalka birbirini ko­valayan kızlı-erkekli gençleri;   müstehcen   yayın yapan mevkuteleri; kom­şu hakkı tanımayan mü­zik yayınlarını ve başka­larını.

Bunlar, iyi ve kötü yön­leriyle köyümüzün, şeh­rimizin, kısaca cemiyetimizin tabii görüntüleri... Üst yöneticilerimiz; ida­reden, eğitimden sorumlu olanlar, bu manzaraları, tabiî ve riyasız haliyle görseler, yeni ve farklı tedbirler alma zaruretini duyacaklar diye düşünü­yorum.

Türk milleti, kendine mahsus gelenek-görenekleri olan bir millet... Di­ğer milletlerde bulunmayan meziyetleri var... Bü­tün dünyayı hâkimiyeti altına alan kültürel müessiriyetler de malûm... Her gün yeni bir şey öğre­niyor, başka milletlerden her gün yeni şeyler alı­yoruz... İyi veya kötü.. Milleti yönlendirme so­rumluluğu bulunanlar, halk içerisinde mevcut kültür gelişmelerini yakından görmeliler ki, ted­birlerini de ona göre al­sınlar.

Bu da halkın içerisinde bulunmakla mümkün olur.