Kurban Bayramı'ndan önceki günlerde bir otobüs seyahatim oldu. Memleketim Anamur'a otobüsle gittim, otobüsle döndüm. Bizim gibi, yıllık izin nedir bilmeyecek kadar işiyle nikâhlı olanların bazen "insan içine" çıkması, köy-şehir, çarşı-pazar nasıl, görmesi zarurî hale gelmiş. Onu anladım. Dünyayı sırça saraylarından seyredenler; insan olarak sadece devlet dairesine gelenleri görebilenler; memleketin her yanına şamil olacak kararlarını oturduğu masanın başında verenler yanılırlar, çok yanılırlar... Hükümet erkânı, karar yetkisine sahip üst yöneticiler, parlamenterler mümkün olsa da, tebdil-i kıyafet ederek halkın içine bir girseler. Çarşı-pazarı dolaşsalar. Garda, garajda; otobüste, trende vatandaşı olduğu gibi, tabii yaşayışıyla bir temaşa etseler. Çok şeyler görecekler, çok şeyler öğrenecekler. İyilikler de görecekler, kötülükler de. İyiliklerden moral kazanacak, kötülüklerden ibret alacaklar.
Bu seyahatimde iyiler ve iyilikler de gördüm, kötüler ve kötülükler de. Doğrusu milletimi daha iyi tanıdım. Moral kazandım, ders aldım.
Ankara otobüs terminalinde, bunaltıcı ağustos sıcağında otobüse bindik. Bir bilet yanlışlığı olmuş. "Bayan yanı" diye satılacak bileti bir beye satmışlar. Bayanı uğurlamak üzere kocası da gelmişti. Otobüs ve yazıhane sorumluları mahcup oldular. Taraflar tartışmaya başlamadan, küçük çocuğu ile seyahate çıkan bir köylü baba, tatsızlığı önledi: Ayağa kalktı, "Ben bayın yanına geçeyim, hanımefendi çocukla otursun" dedi. Kendisini ilgilendirmediği, henüz bir ricada da bulunulmadığı halde, 11 saatlik bir yolculuk için, doğrusu hasbi bir fedâkârlık bu Müslüman-Türk insanına mahsus bir jestti.
İŞTE TÜRK KÖYLÜSÜ
25 yıl Amerika'da yasayan ve artık Türkiye'ye dönen bir profesör dostum, tatilini, bir senaryo yazmak üzere gittiği Anamur'da geçiriyordu. Senaryosuna yardımcı olmak üzere dağ-taş dolaştık. "Kuş konmaz, kervan geçmez" bir dağbaşından bitkin halde dönerken, meskun olmayan bu ormanda bir tarvarla karşılaştık. Bir köylü ailesi, kovanlık yapar gibi, bir ağaç gövdesine talvar yapmıştı. “-İşte su!” diye mırıldandık. Profesör dostum: “Acaba bunların kabından su içilir mi?” diye sormasın mı? Doğrusu Türklük, köylülük, hatta insanlık gururuma dokundu. Olanca gücümü toplayıp, âdeta haykırdım: "-Sîz Türk köylüsünü ne zannediyorsunuz? Onlar her şeyin en iyisini, en güzelini, en safını ve tabiisini yer içerler! Yürüyün de görün!" dedim. Yaşlı köylü, karısı, yetişkin kızı, küçük oğlu, hepsi yukarıda talvarda idi. İzin isteyip yanlarına çıktık. Bize sanki hiç açılmamış minderler serdiler. Su istedik. Hangi ağacın dibinden alındığını bilemediğimiz buz gibi su içirdiler. Su verdikleri tas o kadar temiz, o kadar beyaz, o kadar gıcır gıcır idi ki, suyu mu içtik tası mı, bilemedik. Ana-kız ve oğul ağaçlara tırmandılar. Bize sütü üzerinde yaban incirleri sundular. Fırsat bu fırsat dedim. Aslında sağlam bir Müsluman-Türk olan, fakat Türk köylüsünü unuttuğu anlaşılan dostuma Türk köyünü, köylüsünü doya doya anlattım.
Ankara'ya dönüşümde, karşı- koltukta, deniz sefasından dönen güzel giyimli olgunlaşmış bir genç oturuyordu. Arkasında da iki çocuklu bir aile vardı. İki koltukta 4 kişi.... Gece yolculuğunda insan uyumak ister. Belki de bunun için gece yolculuğunu tercih eder. Olgun delikanlı koltuğu bu maksatla her yatırışta, arkada oturan kucağı çocuklu ana-baba sıkıntıya düştüler. Hattâ çocuklar bir iki defa da, yatırılan koltuk altında sıkıştılar ve ağladılar. Edepli ana-baba hepsini sineye çekti. Öndeki genç beyin keyfini bozmamaya itina gösterdiler. Çevredekiler dayanamayıp, genç beyefendiden biraz dikkatli olmasını istediler. Adamın bir bakışı vardı ki, "-Koltuğun parasını ben ödedim" der gibiydi. Nitekim bu sert bakışlı cevaptan sonra, koltuğu olabildiğince arkaya yıktı, iki elini başının üstüne kilitledi ve öyle bir kuruldu ki, keyfine diyecek yoktu.
Öğrencilik yıllarımı hatırlıyorum. O yıllarda İngiltere'de bir üniversite öğrencisi, umuma açık bir parkta herkesin gözü önünde tırnaklarını kesmiş; bir başkası otobüste kendisinden yaşlılara yer göstermemişti de, İngiliz gazeteleri, "Yeni yetişenlere ingiliz gelenekleri öğretilmiyor" diye seslerini yükseltmişlerdi.
Yeni yetişenlerimizde ne zaman millet terbiyemize uymayan bir davranış görsem, İngiliz gazetelerinin bu haklı çıkışlarını hatırlarım. Kapalı bir yerde sigarasını tüttürüp yanındakilerin yüzüne gözüne üfleyenleri; sokaklarda naralar atıp düşe-kalka birbirini kovalayan kızlı-erkekli gençleri; müstehcen yayın yapan mevkuteleri; komşu hakkı tanımayan müzik yayınlarını ve başkalarını.
Bunlar, iyi ve kötü yönleriyle köyümüzün, şehrimizin, kısaca cemiyetimizin tabii görüntüleri... Üst yöneticilerimiz; idareden, eğitimden sorumlu olanlar, bu manzaraları, tabiî ve riyasız haliyle görseler, yeni ve farklı tedbirler alma zaruretini duyacaklar diye düşünüyorum.
Türk milleti, kendine mahsus gelenek-görenekleri olan bir millet... Diğer milletlerde bulunmayan meziyetleri var... Bütün dünyayı hâkimiyeti altına alan kültürel müessiriyetler de malûm... Her gün yeni bir şey öğreniyor, başka milletlerden her gün yeni şeyler alıyoruz... İyi veya kötü.. Milleti yönlendirme sorumluluğu bulunanlar, halk içerisinde mevcut kültür gelişmelerini yakından görmeliler ki, tedbirlerini de ona göre alsınlar.
Bu da halkın içerisinde bulunmakla mümkün olur.