Hamdi Mert :: hamdimert.com
Köşe Yazıları
VATAN, BAYRAK, HÜRRİYET - 15 Kasım 1985

3 yıldan bu yana her iki ayda bir, yurt dışından gelen "bedelli" askerlere konferans vermek üzere Burdur'a gider-gelirim. Yurt dışında çalışan ve askerlik yapmak için Tür­kiye'de bulunan bu genç vatandaşları gerçekten özler hale geldim. Onun için her iki ayı iple çeke­rim. Bu Burdur seyahatle­ri benim için bir dinlenme, yenilenme olur.

Yurt dışında bulunma­nın güçlükleri malûm. Türkiye'de bulunan insan tabii bir "millî eğitim" ortamındadır. Tahsilde olsa da, olmasa da... Başını kaldırsa bayrağını görür. 5 vakit ezanını duyar. So­kakta konuşulan kendi di­li, uğradığı işyeri ve dev­let dairesindekiler kendi insanlarıdır. Yurt dışında anne-babasından, yakınla­rından uzakta, vatan hasreti ile yaşamak kolay de­ğildir. Yurt dışında bulu­nan Türk insanı yabancı bir çevrenin, yabancı bir kültürün, bize yabancı fi­kirlerin tabii baskısı altın­dadır. Buna bir de son yıl­larda nükseden "yabancı düşmanlığı"nı, daha doğ­rusu "Türk düşmanlığı''nı eklerseniz, vatandaşla­rımızın gurbet ellerde hangi baskılar, sıkıntılar altında yaşadıklarını daha iyi anlarsınız.

Anadolu'nun dışa kapa­lı kültür çevrelerinden topladığımız insanları, dünyanın en renkli, en zengin iş pazarlarına sür­müşüz. Hayatında belki de yaşadığı köyün, kasa­banın dışına hiç çıkmamış bu insanların eğitim, iba­det ve diğer sosyal ihti­yaçları ne olacak, hiç dü­şünmemişiz, ömürlerinde "yabancı" hiç görmemiş, "gayr-ı müslimin kestiği yenilmez" inancı île yetiş­miş bu insanlar ne yiyip içecekler, hesap etmemi­şiz. "Sosyal anlaşma"lar, "işgücü anlaşmalarını daima yıllarca gerilerden takip etmiş. Bu "renkli", "serbest" hayat içerisin­de gözü kamaşanlar ol­muş. Kendilerini kaybe­denler çıkmış, Türkiye'ye küsenler bulunmuş. Türk­lüklerini, Müslümanlıkla­rını muhafaza edebilmek için direnişe geçenler, teş­kilâtlanmaya, dernekleş­meye girişenler çoğalmış. Geçmişte Türkiye'de okuma-yazma bilenlerin "eğitmen", Fatiha ve bir­kaç dua okumasını bilen­lerin 'hoca" yapıldığı gibi, kendi aralarından öğret­menler, din adamları çı­karmışlar. Bu, kaçınılmaz bir sonuçtu. Öyle olmuş. Aslında iyi de olmuş ama, bundan sakıncalı sonuçlar da doğmuş. Bu gayr-ı ni­zami teşkilâtlanmadan usûl-üslûp-tavır farklılık­ları ortaya çıkmış. Bazı is­tismar odakları ise bu du­rumdan istifade etmeye kalkışmışlar.

Dövizli askerlik, için yurdumuza gelen genç as­kerler, bundan şikâyetçi­ler. "Devlet bu işlere niçin sahip çıkmıyor?" diyor­lar. "Şimdi bizim de eği­tim ihtiyacımız, sosyal ve dinî ihtiyaçlarımız olduğu anlaşıldı ama, çok geç ka­lındı" diye ilâve ediyorlar.

Asker delikanlıların söyledikleri, şikâyet ettik­leri daha başka şeyler de var ama, benim bu sohbette anlatmak istedikle­rim başka.

Bu çocuklar, biz Türki­ye'de yaşayanların; müs­takil bir bayrak altında, dünyada çok az ülkede bulunan hürriyetler deni­zinde yüzenlerin farkında olmadığımız bir şeylerin farkındalar. Âmirlerini ve bizi dinlerken, daha bir sı­cak bakıyor, daha bir dik­katli dinliyorlar. Sordum:

"-Biz Türkiye'de yaşayan­lar, birbirimizin kıymetini sizin kadar bilmeyiz. Siz bir başkasınız, farkında mısınız?" dedim. Sıcak ce­vap verdiler. "-Biz dışarı­da hep başkalarını dinle­dik. Bizim dilimizi konuş­mayan, bizim kültürü­müzden olmayan. Acaba bize imalı-imasız hangi lâ­fı çarptıracak diye, bizi nasıl azarlayacak diye beklerdik. Herhalde on­dan" diye, yapmacıksız, riyasız cevaplar aldım.

SADECE ONLAR MI?

Birkaç yıl önce Bulga­ristan'dan misafirleri­miz gelmişti. Hem gezdi­relim, hem ilgi duydukları birkaç eşya alalım diye, Ankara'nın Ulus semtine götürdük. Geçtiğimiz so­kaklara, girdiğimiz mağazalara, karşılaştıkları in­sanlara bir değişik, bir sı­cak, bir dikkatli bakıyor­lardı. Bunu farkedince sordum. Aldığım cevap beni hâlâ düşündürür. Mi­safirlerimiz olan yaşlıca karı-kocadan hanım olanı, "-Demek bu sokaklar, bu binalar, bu mağazalar, bu insanlar hepsi sizin öyle mi?" dedi ve hıçkırarak ağlamaya başladı. Sokak ortasında, hepimiz bir sü­re donup kaldık. Gözyaşlarımızı birbirimizden saklamaya çalıştık ama, saklayamadık. Erkek ola­nın ağzından, yavaşça şu cümleler döküldü: "-Hamdi Beğ, bizleri unutmayın!"

Şimdi bu yaşlı karı-koca, oğulları, kızları ve torunlarıyla Bulgaristan cehennemindeler. Kimbilir hangi uydurma isim, hangi kahır altında. Unut­madık ama, bir şey de ya­pamadık.

1978 yılında Sovyet Türkistanı ve Sovyet Azerbaycanı'nda bulun­dum. Özbek takkeli, Kaf­kas çehreli, Dağıstan baş­lıklı, Azerî şiveli bu insan­ların bize bakışlarını unu­tamıyorum. Türkiye'den gelen bizlere hangi gözle bakıyorlar, anlatması güç. Bir miting varmış gi­bi tehacüm göstererek, birbiri üzerinden uzana­rak, bize dokunmaya çalı­şıyorlar. Omuzunuza, ko­lunuza, saçınıza dokunabilmişlerse, size dokunan elleriyle, başlarından-ayaklarına kadar, bütün vücutlarını meshediyor, sıvazlıyorlar... Okuyup-üfleyerek.

1980 yılı Ramazanında Yunanistan sınırları içeri­sindeki Gümülcine, İskeçe bölgesinde, soydaşları­mızın arasında idim. Aynı hasret, aynı rağbet var. "-Bize bizden bahsetmeyin. Türkiye'den, kendinizden bahsedin. Zira, siz iyi ise­niz, biz de iyiyiz" diyor­lar. Bizi bizden iyi biliyor, bizi bizden iyi seviyorlar.

Son aylarda Çin Türkis­tanı'na gidip-gelmeler art­tı. Oralardan da aynı, hat­tâ daha sıcak haberler ge­liyor. Bizi merak ediyor­lar, bizi soruyorlar, bizim­le teselli buluyorlar.

Ya biz nasılız?

Hiç olmazsa hürriyetle­rimizin, bayrağımızın, va­tanımızın, birbirimizin kıymetini bilsek diyorum. Vatan, hürriyet ve bayrak hasretiyle yaşayanlara bakarak.