3 yıldan bu yana her iki ayda bir, yurt dışından gelen "bedelli" askerlere konferans vermek üzere Burdur'a gider-gelirim. Yurt dışında çalışan ve askerlik yapmak için Türkiye'de bulunan bu genç vatandaşları gerçekten özler hale geldim. Onun için her iki ayı iple çekerim. Bu Burdur seyahatleri benim için bir dinlenme, yenilenme olur.
Yurt dışında bulunmanın güçlükleri malûm. Türkiye'de bulunan insan tabii bir "millî eğitim" ortamındadır. Tahsilde olsa da, olmasa da... Başını kaldırsa bayrağını görür. 5 vakit ezanını duyar. Sokakta konuşulan kendi dili, uğradığı işyeri ve devlet dairesindekiler kendi insanlarıdır. Yurt dışında anne-babasından, yakınlarından uzakta, vatan hasreti ile yaşamak kolay değildir. Yurt dışında bulunan Türk insanı yabancı bir çevrenin, yabancı bir kültürün, bize yabancı fikirlerin tabii baskısı altındadır. Buna bir de son yıllarda nükseden "yabancı düşmanlığı"nı, daha doğrusu "Türk düşmanlığı''nı eklerseniz, vatandaşlarımızın gurbet ellerde hangi baskılar, sıkıntılar altında yaşadıklarını daha iyi anlarsınız.
Anadolu'nun dışa kapalı kültür çevrelerinden topladığımız insanları, dünyanın en renkli, en zengin iş pazarlarına sürmüşüz. Hayatında belki de yaşadığı köyün, kasabanın dışına hiç çıkmamış bu insanların eğitim, ibadet ve diğer sosyal ihtiyaçları ne olacak, hiç düşünmemişiz, ömürlerinde "yabancı" hiç görmemiş, "gayr-ı müslimin kestiği yenilmez" inancı île yetişmiş bu insanlar ne yiyip içecekler, hesap etmemişiz. "Sosyal anlaşma"lar, "işgücü anlaşmalarını daima yıllarca gerilerden takip etmiş. Bu "renkli", "serbest" hayat içerisinde gözü kamaşanlar olmuş. Kendilerini kaybedenler çıkmış, Türkiye'ye küsenler bulunmuş. Türklüklerini, Müslümanlıklarını muhafaza edebilmek için direnişe geçenler, teşkilâtlanmaya, dernekleşmeye girişenler çoğalmış. Geçmişte Türkiye'de okuma-yazma bilenlerin "eğitmen", Fatiha ve birkaç dua okumasını bilenlerin 'hoca" yapıldığı gibi, kendi aralarından öğretmenler, din adamları çıkarmışlar. Bu, kaçınılmaz bir sonuçtu. Öyle olmuş. Aslında iyi de olmuş ama, bundan sakıncalı sonuçlar da doğmuş. Bu gayr-ı nizami teşkilâtlanmadan usûl-üslûp-tavır farklılıkları ortaya çıkmış. Bazı istismar odakları ise bu durumdan istifade etmeye kalkışmışlar.
Dövizli askerlik, için yurdumuza gelen genç askerler, bundan şikâyetçiler. "Devlet bu işlere niçin sahip çıkmıyor?" diyorlar. "Şimdi bizim de eğitim ihtiyacımız, sosyal ve dinî ihtiyaçlarımız olduğu anlaşıldı ama, çok geç kalındı" diye ilâve ediyorlar.
Asker delikanlıların söyledikleri, şikâyet ettikleri daha başka şeyler de var ama, benim bu sohbette anlatmak istediklerim başka.
Bu çocuklar, biz Türkiye'de yaşayanların; müstakil bir bayrak altında, dünyada çok az ülkede bulunan hürriyetler denizinde yüzenlerin farkında olmadığımız bir şeylerin farkındalar. Âmirlerini ve bizi dinlerken, daha bir sıcak bakıyor, daha bir dikkatli dinliyorlar. Sordum:
"-Biz Türkiye'de yaşayanlar, birbirimizin kıymetini sizin kadar bilmeyiz. Siz bir başkasınız, farkında mısınız?" dedim. Sıcak cevap verdiler. "-Biz dışarıda hep başkalarını dinledik. Bizim dilimizi konuşmayan, bizim kültürümüzden olmayan. Acaba bize imalı-imasız hangi lâfı çarptıracak diye, bizi nasıl azarlayacak diye beklerdik. Herhalde ondan" diye, yapmacıksız, riyasız cevaplar aldım.
SADECE ONLAR MI?
Birkaç yıl önce Bulgaristan'dan misafirlerimiz gelmişti. Hem gezdirelim, hem ilgi duydukları birkaç eşya alalım diye, Ankara'nın Ulus semtine götürdük. Geçtiğimiz sokaklara, girdiğimiz mağazalara, karşılaştıkları insanlara bir değişik, bir sıcak, bir dikkatli bakıyorlardı. Bunu farkedince sordum. Aldığım cevap beni hâlâ düşündürür. Misafirlerimiz olan yaşlıca karı-kocadan hanım olanı, "-Demek bu sokaklar, bu binalar, bu mağazalar, bu insanlar hepsi sizin öyle mi?" dedi ve hıçkırarak ağlamaya başladı. Sokak ortasında, hepimiz bir süre donup kaldık. Gözyaşlarımızı birbirimizden saklamaya çalıştık ama, saklayamadık. Erkek olanın ağzından, yavaşça şu cümleler döküldü: "-Hamdi Beğ, bizleri unutmayın!"
Şimdi bu yaşlı karı-koca, oğulları, kızları ve torunlarıyla Bulgaristan cehennemindeler. Kimbilir hangi uydurma isim, hangi kahır altında. Unutmadık ama, bir şey de yapamadık.
1978 yılında Sovyet Türkistanı ve Sovyet Azerbaycanı'nda bulundum. Özbek takkeli, Kafkas çehreli, Dağıstan başlıklı, Azerî şiveli bu insanların bize bakışlarını unutamıyorum. Türkiye'den gelen bizlere hangi gözle bakıyorlar, anlatması güç. Bir miting varmış gibi tehacüm göstererek, birbiri üzerinden uzanarak, bize dokunmaya çalışıyorlar. Omuzunuza, kolunuza, saçınıza dokunabilmişlerse, size dokunan elleriyle, başlarından-ayaklarına kadar, bütün vücutlarını meshediyor, sıvazlıyorlar... Okuyup-üfleyerek.
1980 yılı Ramazanında Yunanistan sınırları içerisindeki Gümülcine, İskeçe bölgesinde, soydaşlarımızın arasında idim. Aynı hasret, aynı rağbet var. "-Bize bizden bahsetmeyin. Türkiye'den, kendinizden bahsedin. Zira, siz iyi iseniz, biz de iyiyiz" diyorlar. Bizi bizden iyi biliyor, bizi bizden iyi seviyorlar.
Son aylarda Çin Türkistanı'na gidip-gelmeler arttı. Oralardan da aynı, hattâ daha sıcak haberler geliyor. Bizi merak ediyorlar, bizi soruyorlar, bizimle teselli buluyorlar.
Ya biz nasılız?
Hiç olmazsa hürriyetlerimizin, bayrağımızın, vatanımızın, birbirimizin kıymetini bilsek diyorum. Vatan, hürriyet ve bayrak hasretiyle yaşayanlara bakarak.