Birkaç yıl önce, yabancı uyruklu bir soydaşımız, eşi ile birlikte misafirimiz olmuştu. Türkiye'ye ilk defa geliyorlardı. Kendilerini "Mevlânâ Dergâhı"nı ziyaret etmek ve diğer tarihi eserleri göstermek üzere Konya'ya götürdük.
Ankara'dan Konya'ya gidip dönerken, bir şey dikkatlerini çekmiş. Ankara- Konya arasındaki köyler malûm, tipik Anadolu köyleri. Tek katlı kerpiç evler, gayr-ı muntazam, tozlu yollar. Hele bazı köylerde yeşilden eser yok. Fakat tek katlı, kerpiçten evlerin hâkim olduğu; bir yeşil dalın bile çok zaman bulunmadığı bu Anadolu köylerinde, kerpiç yapılardan apayrı, o şartlara göre gösterişli binalar var: Camiler... O köy, bu köy derken, bakmışlar ki -aşağı yukarı-hepsi öyle. "-Sebebi nedir?" diye sordular. Doğrusu o ana kadar düşünmemiştim ama, verilecek cevap belli idi: "-Bizim insanımız inançlarına, ibadetlerine fevkalâde düşkündür. İbadethanelerine kendi mülklerinden, kendi ikametgâhlarından daha çok ihtimam gösterirler" dedim. .
O gün bugün, her seyahate çıkışımda bu olayı hatırlar, yol üzerindeki köylere dikkat ederim. Sadece Konya-Ankara arasındakiler değil, bütün Anadolu köyleri öyle. Zengin sahil köyleri veya kasabalaşmış köylerde çeşitli betonarme binalar artmış ve camiler bu betonarme binaların arasında adeta kaybolmuş ama, bu milletin hayır ve din işlerine, hele de cami inşaatlarına verdiği önem açık.
Ankara'nın gecekondu semtleri, şehirleşen gecekondu mahalleleri de öyle. Buralarda da camiler, çevresine göre gösterişli yapılar... Ankara'dan Esenboğa ve Çubuk tarafına giderken, Hasköy sırtlarında, en gösterişli tepelere kondurulan camiler, gerçekten dikkati çekmiyor mu? Memleketimizin her yanında bu şekilde halkımızın gönüllü yardımlarıyla yılda beşyüz ile bin arasında yeni cami yapılıyor.
Geçen aylarda, karayolu ile Ankara'dan Burdur'a gidiyordum. Sandıklı'nın girişindeki benzin istasyonu bitişiğinde yapımı devam etmekte olan bir cami inşaatı dikkatimi çekti. Verilen "mola"dan istifade ile inşaatı gezme fırsatı buldum. Benzin istasyonunun sahibi olan aileden bir meraklı çıkmış, kubbeli, değişik tezyinatlı, bahçeli, şadırvanlı bir cami yaptırıyor. Kendisi de, bizzat inşaatın başında. Sanki içerisinde kendisi oturacakmış gibi, en küçük teferruatına kadar dikkat ediyor, müdahale ediyor, yol gösteriyordu. Seyretmeye, gıpta etmeye, tebrik ve teşvik etmeye değerdi. Demek her yıl beş yüz ile bin arasında diye tahmin ettiğimiz yeni camiler, böyle himmetlerle yapılıyordu.
Bütçe görüşmeleri sebebiyle, geçen hafta Türkiye Büyük Millet Meclisinde bulunduk. Diyanet temsilcisi olduğumuzu öğrenen bir genç bayan, peşipeşine sorular sordu, içini döktü. Kılamadığı namazlarını nasıl kaza edeceğini, aile, akraba ve mahalle çevresinin kendisine yönelttikleri tenkitleri, çalışıyor olması ve namazlarını intizamlı kılamaması sebebiyle, tuttuğu oruçların da boşa gidip gitmeyeceğini... Sadece o mu, onu gören başkaları da, bazısı memnuniyet verici, bazısı üzücü ne sorular sordular.
Hangi değişik çevreye: gitsem, aynı sorular, aynı alâka, aynı öğrenme arzusu, daha doğrusu rahatlama duygularıyla karşılaşırım.
Geçen günlerde bir vesile oldu, genç bir karı-koca öğretmenin evine akşam çayına gitmiştim. O akşam tanıştığım öğretmenlerden erkek olanı, Ankara 29 Ekim Ortaokulu'nda Türkçe öğretmeni imiş. Eşi ise ilkokul öğretmeni. Baktım, her ikisi de dinî-milli duygularla dopdolular. Dinî yayınları, millî meseleleri bizden iyi biliyor, iyi takip ediyorlar. Lise öğretmeni olan genç bey, mesleğinin ana ve detay ilgileri, meseleleriyle o kadar mücehhez ki, memnun olmamak mümkün değil. Dedeleri ÖZBEKİSTAN'dan gelmiş olan genç öğretmen, en son yazdığı bir şiirini de -eşinin hatırlatması ve zorlamasıyla- bize verdi. Hemen oracıkta, sesli olarak üstüste iki defa okumaktan kendimi alamadığım şiir şöyle: "Feryad etmiyorsam atayurdum / Unuttum sanma!/ Rabbım bir, hep yanımdasın.../Uyku serpilince kirpiklerime/ Değil önünde gözümün/ Şahdamarımdasın...
Kurak sıcağından dudaklarım çatlamış/ Nal sesleri, kılıç şakırtıları geliyor/ Irmaklarından.../ Bin yıllık akınlara çıkılıyor sanmıştım/ Orak-çekiç sesiymiş dağlarda yankılanan... / Aldanmışım.
Ellerimi uzatsam/ Tarlalarındaki çiçeklere dokunurum/ Aldandım şimdilik, olsun/ Cezayir'den Türkistan'a/ Uyuyan Türklük var/ Aha sabah oldu- olacak.
Özbek, Kazan, Kazak, Kırgız, atayurt, Baykal'ın dağları ayağa kalkmış/ Bir bir, çatır çatır/ Bütün prangalar parçalanmış/ Oğuz, Uygur, Bozkurt, Türkmen kardaşım/ Altaylar'da dağ başını duman almış/ Türklük güneşidir bu!../ Ha doğdu, ha doğacak."
Özbek asıllı genç öğretmen Cevat DÜNDAR, belli ki aslını inkâr etmiyor, aslına özlem duyuyordu.
Başka şiiri olup olmadığını sordum. Mütevazı ve mahcup sükût etti. Eşi ise "Yığınla şiirleri olduğu"nu belirtti. "-Niçin yayınlamadığını sorduğumda ise, aynı tevazu île "-Kim beğenir ki?" diyebildi.
Etrafınıza bir göz atınız. Din adamı, öğretmen, okumuş, okumamış nice Cevat'lar, Dündar'lar bulacaksınız.
Önemli olan sadece cami yapmak, gönlü Özbek cedleriyle olmak değil şüphesiz. Her meslekten, her kesimden, her yaştan nice cevherler, asaletler var ki, sadece bu millete mahsus.
Bu milleti, ondaki cevheri, onun heyecanını, tutkusunu, mayasını bir anlasaydık diyorum... Neler, neler değişmezdi!..