Hamdi Mert :: hamdimert.com
Köşe Yazıları
BU MİLLETİ ANLAMAK - 29 Kasım 1985

Birkaç yıl önce, yabancı uyruklu bir soydaşımız, eşi ile birlikte misafirimiz olmuştu. Türkiye'ye ilk defa geliyorlardı. Kendilerini "Mevlânâ Dergâhı"nı ziyaret etmek ve diğer tarihi eserleri göstermek üzere Konya'ya götürdük.

Ankara'dan  Konya'ya gidip dönerken, bir şey dikkatlerini çekmiş. An­kara- Konya arasındaki köyler malûm, tipik Ana­dolu köyleri. Tek katlı kerpiç evler, gayr-ı mun­tazam, tozlu yollar. Hele bazı   köylerde  yeşilden eser yok. Fakat tek katlı, kerpiçten evlerin hâkim olduğu; bir yeşil dalın bile çok zaman bulunmadığı bu Anadolu köylerinde, kerpiç yapılardan apayrı, o şartlara göre gösterişli binalar var: Camiler... O köy, bu köy derken, bak­mışlar ki -aşağı yukarı-hepsi öyle. "-Sebebi ne­dir?" diye sordular. Doğ­rusu o ana kadar düşün­memiştim ama, verilecek cevap belli idi: "-Bizim in­sanımız inançlarına, iba­detlerine fevkalâde düşkündür. İbadethanelerine kendi mülklerinden, kendi ikametgâhlarından  daha çok ihtimam gösterirler" dedim. .

O gün bugün, her seya­hate çıkışımda bu olayı hatırlar, yol üzerindeki köylere dikkat ederim. Sadece Konya-Ankara ara­sındakiler değil, bütün Anadolu köyleri öyle. Zen­gin sahil köyleri veya kasabalaşmış köylerde çeşit­li betonarme binalar art­mış ve camiler bu beto­narme binaların arasında adeta kaybolmuş ama, bu milletin hayır ve din işleri­ne, hele de cami inşaatla­rına verdiği önem açık.

Ankara'nın gecekondu semtleri, şehirleşen gece­kondu mahalleleri de öyle. Buralarda da camiler, çev­resine göre gösterişli ya­pılar... Ankara'dan Esenboğa ve Çubuk tarafına giderken, Hasköy sırtla­rında, en gösterişli tepele­re kondurulan camiler, gerçekten dikkati çekmi­yor mu? Memleketimizin her yanında bu şekilde halkımızın gönüllü yar­dımlarıyla yılda beşyüz ile bin arasında yeni cami yapılıyor.

Geçen aylarda, kara­yolu ile Ankara'dan Burdur'a gidiyordum. San­dıklı'nın girişindeki ben­zin istasyonu bitişiğinde yapımı devam etmekte olan bir cami inşaatı dik­katimi çekti. Verilen "mola"dan istifade ile inşaatı gezme fırsatı buldum. Benzin istasyonunun sa­hibi olan aileden bir meraklı çıkmış, kubbeli, de­ğişik tezyinatlı, bahçeli, şadırvanlı bir cami yaptı­rıyor. Kendisi de, bizzat inşaatın başında. Sanki içerisinde kendisi oturacakmış gibi, en küçük te­ferruatına kadar dikkat ediyor, müdahale ediyor, yol gösteriyordu. Seyret­meye, gıpta etmeye, teb­rik ve teşvik etmeye değerdi. Demek her yıl beş yüz ile bin arasında diye tahmin ettiğimiz yeni ca­miler, böyle himmetlerle yapılıyordu.

Bütçe görüşmeleri se­bebiyle, geçen hafta Tür­kiye Büyük Millet Mecli­sinde bulunduk. Diyanet temsilcisi olduğumuzu öğrenen bir genç bayan, peşipeşine sorular sordu, içini döktü. Kılamadığı namazlarını nasıl kaza edeceğini, aile, akraba ve mahalle çevresinin kendi­sine yönelttikleri tenkitleri, çalışıyor olması ve namazlarını intizamlı kılamaması sebebiyle, tuttuğu oruçların da boşa gidip gitmeyeceğini... Sadece o mu, onu gören başkaları da, bazısı memnuniyet ve­rici, bazısı üzücü ne soru­lar sordular.

Hangi değişik çevreye: gitsem, aynı sorular, aynı alâka, aynı öğrenme arzu­su, daha doğrusu rahatla­ma duygularıyla karşılaşı­rım.

Geçen günlerde bir ve­sile oldu, genç bir karı-koca öğretmenin evine ak­şam çayına gitmiştim. O akşam tanıştığım öğret­menlerden erkek olanı, Ankara 29 Ekim Ortaoku­lu'nda Türkçe öğretmeni imiş. Eşi ise ilkokul öğret­meni. Baktım, her ikisi de dinî-milli duygularla dop­dolular. Dinî yayınları, millî meseleleri bizden iyi biliyor, iyi takip ediyor­lar. Lise öğretmeni olan genç bey, mesleğinin ana ve detay ilgileri, meselele­riyle o kadar mücehhez ki, memnun olmamak müm­kün değil. Dedeleri ÖZ­BEKİSTAN'dan gelmiş olan genç öğretmen, en son yazdığı bir şiirini de -eşinin hatırlatması ve zorlamasıyla- bize verdi. Hemen oracıkta, sesli ola­rak üstüste iki defa oku­maktan kendimi alamadığım şiir şöyle: "Feryad etmiyorsam atayurdum / Unuttum sanma!/ Rabbım bir, hep yanımdasın.../Uyku serpi­lince kirpiklerime/ Değil önünde gözümün/ Şahdamarımdasın...
Kurak sıcağından dudaklarım çatlamış/ Nal sesleri, kılıç şakırtıları geliyor/ Irmaklarından.../ Bin yıllık akınlara çıkılıyor sanmıştım/ Orak-çekiç sesiymiş dağlarda yankılanan... / Aldanmışım.
Ellerimi uzatsam/ Tarlalarındaki çiçeklere dokunurum/ Aldandım şimdilik, olsun/ Cezayir'den Türkistan'a/ Uyuyan Türklük var/ Aha sabah oldu- olacak.

Özbek, Kazan, Kazak, Kırgız, atayurt, Baykal'ın dağları ayağa kalkmış/ Bir bir, çatır çatır/ Bütün prangalar parçalanmış/ Oğuz, Uygur, Bozkurt, Türkmen kardaşım/ Altaylar'da dağ başını duman almış/ Türklük güne­şidir bu!../ Ha doğdu, ha doğacak."

Özbek asıllı genç öğret­men Cevat DÜNDAR, belli ki aslını inkâr etmi­yor, aslına özlem duyuyordu.

Başka şiiri olup olmadı­ğını sordum. Mütevazı ve mahcup sükût etti. Eşi ise "Yığınla şiirleri olduğu"nu belirtti. "-Niçin yayın­lamadığını sorduğumda ise, aynı tevazu île "-Kim beğenir ki?" diyebildi.

Etrafınıza bir göz atı­nız. Din adamı, öğretmen, okumuş, okumamış nice Cevat'lar, Dündar'lar bu­lacaksınız.

Önemli olan sadece ca­mi yapmak, gönlü Özbek cedleriyle olmak değil şüphesiz. Her meslekten, her kesimden, her yaştan nice cevherler, asaletler var ki, sadece bu millete mahsus.

Bu milleti, ondaki cev­heri, onun heyecanını, tut­kusunu, mayasını bir anlasaydık diyorum... Neler, neler değişmezdi!..