Milletler, milli kültürleriyle kimlik kazanırlar. Dünya üzerine bakınız. İster sarı olsun, ister eskimo, ister beyaz olsun, ister zenci, bütün insanlar fizik olarak aynıdır. Dili, dini, rengi, coğrafya ve kıt'ası ayrı da olsa, temel ihtiyaçları bir, kabiliyetleri bir yere kadar. Kimimizin boyu semalara eşit, kimimizin gücü devâsâ değil.. Hepimiz acıkıyor, susuyor; hepimiz seviniyor, üzülüyor, gülüyor, ağlıyoruz... Buna rağmen hiçbir millet birbirine benzemiyor.
Cümle insanlar kapalı yerlerde yaşıyor, fakat mimariler ayrı. Cümlemiz bir şeylere seviniyor, üzülüyoruz ama, tercihlerimiz başka... Musiki, mimarî, kıyafet, dil, din, yaşama tarzı... işte bunlardır ki, ayrı kültürler, farklı milletler oluşuyor.
Milli kültür bir milletin hayat tecrübesidir. İyi günler, kötü günler, galibiyet ve mağlûbiyetler, yüzyıllar içerisinde kazanılan tercihler, millî kültür yapısını dokur...
Millet olmuş her toplum gibi, Türk milletinin de kendine mahsus bir millî kültürü, millet yapısı var. Mimaride Selimiye nasıl ulaşılması zor bir seviyeyi temsil ediyorsa, Türk mutfağı, Türk zevki, Türk motifi, herbiri ayrı branş ve sahalarda kendini belli etmiş; kendini kabul ettirmiştir. Türk misafirperverliğinin, Türk hayırseverliğinin, Türk ahlâkının, Müslümah-Türk terbiyesinin tarihte bir eşi daha yoktur.
GEL GÖR Kİ!
Gel gör ki, milli kültürümüzde, milli şahsiyetimizde, özellikle son birbuçuk yüzyıldan bu yana bir gevşeme, bir çözülme mevcut... Gülhane Hatt-ı Hümayunu ve Tanzimat'la hızlanan bu çözülme, bugün içinde bulunduğumuz kültür bunalımını doğurdu. Osmanlı'nın son zamanlarında türeyen ve sadece yabancı hayranlığını değil, aynı zamanda şahsiyetsizliği temsil eden "monşer" tipi, bize kendi tarihine, kendi kültürüne düşman tabansız nesilleri miras bıraktı.
Bir "kültür değişimi" yaşadık... Bu doğru... imparatorluktan milli devlete geçtik... Bu istihale, bir kültür değişimini de beraberinde getirdi. Fakat kültür değiştirmenin ilmî, sosyolojik, sosyopsikolojik şartları, metodları var. Bizim kültür değiştirmemiz galiba bu şartlara uymadan, bu metodları uygulamadan, hızlı-keskin-birdenbire oldu... İşte hazımsızlıkların kaynağı bu!..
Japonlar da kültür değiştirdiler. Fakat şartlarına uyarak... O kadar ki, bu milletin kabuk değiştirdiğini kabul etmek bile zor. Zira geçmiş ile gelecek, eski kültür ile yeni kültür arasında sağlam köprüler kurdular... Milli şahsiyetlerini ise hiçbir zaman kaybetmediler. Yediden-yetmişe hangi Japon'la karşılaşsanız, geçmişi ile övündüğünü görürsünüz. "Eski kültür-yeni kültür" yok... "Gerigitmek isteyen-ilericiliği temsil eden" tefriki bulamazsınız. Zira eski ile yeni arasında sağlam bağlar kurulmuş.
YA BİZDE?..
Bizde garip bir kör-döğüş artarak devam ediyor. Ne Doğulu'yuz, ne Batı’lı... Ne tarım toplumuyuz, ne sanayi. Aslında bunlardan sadece biri olmaya mecbur da değiliz... Doğu ile Batı arasında hem kültürde, hem siyayasette sağlam bir unsur, bir denge unsuru olamaz mıyız? Geçmişin ahlâk ve seciyesini; bugün ve geleceğin teknik seviyesini temsil eden...
Geçmişte bir sosyal yapımız vardı. Bugün resmî-sosyal sigorta müesseseleriyle henüz tahakkuk ettiremediğimiz içtimai adalet ve sosyal barışı, gönüllü kuruluşlarla halletmiştik.O ruhu canlandırsak, resmi kisveyi o ruh, o temel üzerine giydirsek...
Geçmişte atılım devirlerimiz vardı. Sosyal ilimcilerimiz, fen ilimcilerimiz, yeni buluşlar, yeni tahkim unsurları peşinde idiler. Sadece sosyal müesseseleşmede değil, devrin gözde ilimleri tıpta, astronomide, cebir ve hendesede, askeri atılımlarda dünya medeniyetini biz temsil ediyorduk. Yeni yetişenlerimize -eskiyi inkâr, eskiyi topyekûn karalama yerine- hiç olmazsa bir moral unsur olarak bu ruhu aşılasak, bu tacı giydirsek.
Şüphesiz iyi olur. Daha doğrusu adam olacaksak; başka çaremiz de yok.
Yaptığımız yanlışlar nesillerimizi birbirine düşürdü.
Biri eskiyi savunuyor. Eskinin şuurunda olmadan. Eski ile yeni arasındaki senteze ulaşmadan. Dünkü şartlarda değil, bugünkü şartlarda, dünde değil, bugünde yeraldığını düşünmeden.
Biri yeniyi savunuyor, yeninin şuurunda olmadan. Yeni ile eski arasındaki senteze ulaşmadan. Medeniyetin geçmişten geleceğe uzanıp-giden bir müstekar yükselme çizgisi olduğunu düşünmeden.
Bu ikisi arasında derin farklılıklar, düşünceye dayalı kavgalar var. İçerisinde bulunduğumuz kör-döğüş bundan. Her kesim, peşindekileri bu şuursuz, tabansız heyecanla şartlandırıyor. Yazık oluyor.
Yenileşmek isteyenler, eskiyi karalamayı bıraksınlar. Muhteşem tarihimizi, aydınlık dinimizi eli sopalı adamlar, rüküş manzaralarla tasvir etmek yerine, bu müesseseleri kendi şartları içerisinde değerlendirsinler. Göreceksiniz "eski-yeni" kavgaları ortadan kalkacak... Yeniye karşı çıkıyor zannettiklerimizin çoğu, eski haşmetlere kıyamayanlardır. Onların yeni ile bir düşmanlıkları yok. Yapmak istedikleri, eski şerefleri, yeniyi savunuyorum diye ona kıyanların düşmanlığından korumak... Sadece o... etki-tepki münasebeti...
Çifte kimlik denilen şey, ancak bu sentezle önlenebilir.