Hamdi Mert :: hamdimert.com
Köşe Yazıları
ÇİFTE ŞAHSİYET - 20 Aralık 1985

Milletler, milli kültürleriy­le kimlik kazanırlar. Dün­ya üzerine bakınız. İster sa­rı olsun, ister eskimo, ister beyaz olsun, ister zenci, bü­tün insanlar fizik olarak ay­nıdır. Dili, dini, rengi, coğraf­ya ve kıt'ası ayrı da olsa, te­mel ihtiyaçları bir, kabiliyet­leri bir yere kadar. Kimimi­zin boyu semalara eşit, kimimizin gücü devâsâ değil.. Hepimiz acıkıyor, susuyor; hepimiz seviniyor, üzülüyor, gülüyor, ağlıyoruz... Buna rağmen hiçbir millet birbiri­ne benzemiyor.

Cümle insanlar kapalı yerlerde yaşıyor, fakat mi­mariler ayrı. Cümlemiz bir şeylere seviniyor, üzülüyo­ruz ama, tercihlerimiz başka... Musiki, mimarî, kı­yafet, dil, din, yaşama tarzı... işte bunlardır ki, ayrı kültür­ler, farklı milletler oluşuyor.

Milli kültür bir milletin hayat tecrübesidir. İyi gün­ler, kötü günler, galibiyet ve mağlûbiyetler, yüzyıllar içe­risinde kazanılan tercihler, millî kültür yapısını dokur...

Millet olmuş her toplum gibi, Türk milletinin de ken­dine mahsus bir millî kültü­rü, millet yapısı var. Mimari­de Selimiye nasıl ulaşılması zor bir seviyeyi temsil edi­yorsa, Türk mutfağı, Türk zevki, Türk motifi, herbiri ayrı branş ve sahalarda ken­dini belli etmiş; kendini ka­bul ettirmiştir. Türk misafir­perverliğinin, Türk hayırse­verliğinin, Türk ahlâkının, Müslümah-Türk terbiyesinin tarihte bir eşi daha yoktur.

GEL GÖR Kİ!

Gel gör ki, milli kültürü­müzde, milli şahsiyeti­mizde, özellikle son birbuçuk yüzyıldan bu yana bir gevşeme, bir çözülme mevcut... Gülhane Hatt-ı Hümayunu ve Tanzimat'la hızlanan bu çözülme, bugün içinde bulun­duğumuz kültür bunalımını doğurdu. Osmanlı'nın son za­manlarında türeyen ve sadece yabancı hayranlığını değil, aynı zamanda şahsiyetsizliği temsil eden "monşer" tipi, bize kendi tarihine, kendi kültürüne düşman tabansız nesilleri miras bıraktı.

Bir "kültür değişimi" yaşadık... Bu doğru... impa­ratorluktan milli devlete geç­tik... Bu istihale, bir kültür değişimini de beraberinde ge­tirdi. Fakat kültür değiştir­menin ilmî, sosyolojik, sosyopsikolojik şartları, metodları var. Bizim kültür de­ğiştirmemiz galiba bu şartla­ra uymadan, bu metodları uygulamadan, hızlı-keskin-birdenbire oldu... İşte hazımsızlıkların kaynağı bu!..

Japonlar da kültür değiş­tirdiler. Fakat şartlarına uyarak... O kadar ki, bu mil­letin kabuk değiştirdiğini kabul etmek bile zor. Zira geç­miş ile gelecek, eski kültür ile yeni kültür arasında sağlam köprüler kurdular... Milli şahsiyetlerini ise hiçbir za­man kaybetmediler. Yediden-yetmişe hangi Japon'la karşılaşsanız, geçmişi ile övün­düğünü görürsünüz. "Eski kültür-yeni kültür" yok... "Gerigitmek isteyen-ilericiliği temsil eden" tefriki bulamazsınız. Zira eski ile ye­ni arasında sağlam bağlar kurulmuş.

YA BİZDE?..

Bizde garip bir kör-döğüş artarak devam ediyor. Ne Doğulu'yuz, ne Batı’lı... Ne tarım toplumuyuz, ne sa­nayi. Aslında bunlardan sa­dece biri olmaya mecbur da değiliz... Doğu ile Batı ara­sında hem kültürde, hem si­yayasette sağlam bir unsur, bir denge unsuru olamaz mıyız? Geçmişin ahlâk ve seciyesini; bugün ve geleceğin teknik seviyesini temsil eden...

Geçmişte bir sosyal yapımız vardı. Bugün resmî-sosyal sigorta müesseseleriy­le henüz tahakkuk ettiremediğimiz içtimai adalet ve sos­yal barışı, gönüllü kuruluş­larla halletmiştik.O ruhu canlandırsak, resmi kisveyi o ruh, o temel üzerine giydir­sek...

Geçmişte atılım devirleri­miz vardı. Sosyal ilimcileri­miz, fen ilimcilerimiz, yeni buluşlar, yeni tahkim unsur­ları peşinde idiler. Sadece sos­yal müesseseleşmede değil, devrin gözde ilimleri tıpta, astronomide, cebir ve hendesede, askeri atılımlarda dünya medeniyetini biz temsil ediyorduk. Yeni yetişenleri­mize -eskiyi inkâr, eskiyi topyekûn karalama yerine- hiç olmazsa bir moral unsur ola­rak bu ruhu aşılasak, bu tacı giydirsek.

Şüphesiz iyi olur. Daha doğrusu adam olacaksak; başka çaremiz de yok.

Yaptığımız yanlışlar ne­sillerimizi birbirine düşürdü.

Biri eskiyi savunuyor. Eskinin şuurunda olmadan. Eski ile yeni arasındaki sen­teze ulaşmadan. Dünkü şart­larda değil, bugünkü şartlar­da, dünde değil, bugünde yeraldığını düşünmeden.

Biri yeniyi savunuyor, yeninin şuurunda olmadan. Yeni ile eski arasındaki sen­teze ulaşmadan. Medeniyetin geçmişten geleceğe uzanıp-giden bir müstekar yükselme çizgisi olduğunu düşünmeden.

Bu ikisi arasında derin farklılıklar, düşünceye dayalı kavgalar var. İçerisinde bu­lunduğumuz kör-döğüş bun­dan. Her kesim, peşindekileri bu şuursuz, tabansız heye­canla şartlandırıyor. Yazık oluyor.

Yenileşmek isteyenler, eskiyi karalamayı bıraksınlar. Muhteşem tarihimizi, aydın­lık dinimizi eli sopalı adam­lar, rüküş manzaralarla tas­vir etmek yerine, bu müesse­seleri kendi şartları içerisin­de değerlendirsinler. Göre­ceksiniz "eski-yeni" kavgala­rı ortadan kalkacak... Yeniye karşı çıkıyor zannettiklerimi­zin çoğu, eski haşmetlere kıyamayanlardır. Onların ye­ni ile bir düşmanlıkları yok. Yapmak istedikleri, eski şe­refleri, yeniyi savunuyorum diye ona kıyanların düşman­lığından korumak... Sadece o... etki-tepki münasebeti...

Çifte kimlik denilen şey, ancak bu sentezle önlenebi­lir.