Bulgaristan'dan Yunanıstan'a sığınan, oradan da Türkiye'ye getirilen soydaşlarımıza Atatürk Hava Limanı'nda "Kur'an" ve"bayrak" hediye edildi. Televizyonda hep beraber gördük... Çilekeş soydaş bacı Kur’ân-ı Kerim ve Türk bayrağını göğsünden yukarıda tutmaya dikkat gösteriyor, onlara huşu ile bakıp ağlıyordu... Diğerleri nasıldı, ekranda o anda göremedik... Aynı duyguları paylaştıklarında, şüphe mi var?... Öyle olmasa, ölümü, ölümden bin beter eziyetleri göze alarak, tarihte eşi az bulunur bir maceraya atılabilirler miydi?
Bacı ve kardeşler uçakta sorulan sorulara da bize ibret cevaplar verdiler. Yunanistan'da bulundukları süre içerisinde kendilerine çeşitli ülkelerden iltica davetleri yapılmış. Fakat onlar, sonucu belirsiz bekleyiş içerisinde bile, bu güleryüzlü teklifleri reddetmişler... Bütün idealleri "anavatan" dedikleri Türkiye'ye gelmek... Niçin?... Bunun cevabı, bir elinde Kûr'an-ı Kerim, diğerinde Türk bayrağı olduğu halde, onlara bakıp bakıp da dalıp giden mülteci "bacı"nın hali idi...
Türk insanındaki bu "bayrak", bu "Kur'ân" sevgisi nereden geliyor?.. Bu bir tarih olgusudur ki, temelleri yüzyıllar, bin yıllar öncesine dayanır. Bir izahı da yok...
BAYRAK
İkokul kitaplarımızdan bir tablo hatırlarım: Ergenekon'dan çıkışı canlandırıyordu. O gür atlar, gür insanların önünde dalgalanan haşmetli sancağı...Herkes onun arkasından gidiyordu...
Orta Asya'dan kalkıp, bin-bir çileden sonra Anadolu'yu ebedi yurt tutan ecdadın savaşlı-zaferli-taçlı hayatında bunun sayısız misalleri var...
Adına "sancak" deyiniz, "bayrak" deyiniz değişmez... "Ulubatlı Hasan" eliyle Bizans surlarına dikilen de, son "İstiklâl" silkinişinde İzmir'de göndere çekilen de hep aynı "bayrak", aynı "sancak".
Niğbolu'da düşman hatlarını yarıp "—Bre Doğan!... Bre Doğan!" diye haykıran Yıldırım da; Dumlupınar'da ilk hedef olarak "Akdeniz" emrini alıp, bir sel gibi akan kasırga da, o "ilk hedefe ulaşıp, kendisine gösterilecek "son hedef"i 63 yıldır bekleyen genç dinamizmde, işte o "bayrak", o "sancak"tır,..
Faik TÜRÜN Paşa'nın hatıralarında okuduk: Amerikalı kumandan "—Bayrak sevgisini biz sizden öğrendik" itirafında bulunmuş...
Cezayir'de esir düşmüş ve on yıllarca vatanından uzak kalmış; sadece üstübaşı değil, etleri de lime-lime dökülmeye başlamış Kara Memiş'in, deniz ufkunda görülen gemideki sancağın Türk bayrağı olduğunu farkedince birden dirilişini, silkinişini, gençleşmesini, devleşmesini hatırlayınız... Bütün bu hatıralarınızı da, asker okul ve birliklerin bazen ekrana getirilen sancak devir-teslimlerindeki vecdle birleştiriniz... Türk insanının sadece "İstiklâl Marsı"na değil, ağıtlarına-ninnilerine, türkülerine-şiirlerine sinmiş "bayrak" ve "sancak" sevgisinin cevapsızlığı, işte bu tarihî-milli terbiyedir...
VE KUR’AN
Kur'ân sevgisine gelince... Allah kelâmı Kur'ân-ı Kerim, Türk milleti için -Batı mânasında-sadece bir "din kitabı", "Ahiret kitabı" değil aynı zamanda bir milli semboldür de... Akif'imiz İstiklâl Harbi'mizin en inkisarlı günlerinde C.Hakk'a serzenişlerini, "-Kur'ân ayak altında sürünsün mü ilâhî?" diye haykırırken, bunu dile getirmiş değil midir?
Türk milletinin, Osman Gazi ceddimizin bilinen davranışıyla sembolize edilmiş bulunan "Kur'ân" sevgisinin izahı kolay değildir... Gerçekten öyledir... Hiçbir Türk evi gösteremezsiniz ki, onda ya duvarda asılı veya sandık-dolap en mûtenâ yerde saklı bir Kur'ân-ı Kerim bulunmasın... Kur'ân-ı en süslü, san'atlı, saltanatlı yazan biz olmuşuz... Genç kızlarımızın en itinalı çeyizi hâlâ Mushaf kabıdır...
Halkımızın "Kur'ân Kursu" inşaatı deyince, yardım için nasıl tehacüm gösterdiğini; -hiçbir dünyevî istikbal vadetmediği halde- çocuklarını Kur'ân kurslarına kaydettirmek için nasıl kuyruğa girdiklerini başka nasıl izah edersiniz?...
1978 yılında Sovyetler'e yaptığım seyahatta şahid olduğum Kur'ân tutkusunu unutamam... Özbekistan'da, Azerbaycan'da, hattâ Moskova'da, gecenin en ölü saatlerinde kapımız yavaşça tıklatılır, kendisini kimselere göstermemeye dikkat eden fısıltı halindeki bir ses bizden Kur'ân-ı Kerim isterdi... Meğer Sovyetler'de Kur'ân-ı Kerim basımı, dağıtımı yapılmazmış... Müslüman-Türk unsurlar ise, her türlü şart altında Mushaflarını bağırlarına basmışlar, Türklüklerini, Müslümanlıklarını bu mucize kitapla muhafaza edegelmişler... Siyasi baskı sebebiyle ibadet ve dinî eğitimlerini yapamadıkları zamanlarda bile, Allah kelâmını öpüp başlarına götürerek, bağırlarına basarak imanlarını tazelemişler. "Bu da, Kur'ân-ı Kerîm'in bir i'cazı olmasın" dememek mümkün değil.
Hacca gidip gelenlerin biteviye anlattıkları bir konu var: Harem-i Şerif ve Mescid-i Nebi'de Kur'ân okuyanların durumu... Hep duymuşuzdur: Kur'ân-ı Kerim'i ayaklarını uzatarak okur, yorulunca da, başlarının altına yastık yapar, uyurlarmış... Kutsal kitabı ayaklarının dibine koyar, kalkar namaz kılarlarmış... Bizde ise malûm, belden aşağı tutmamaya itina gösterilir...
Bulgaristan cehenneminden kaçan soydaşlarımızdan ekranda görülen mülteci bacının, bir elinde "bayrak"ı, diğerinde "Kurân"ı millî ve dini bu iki değeri vecd ve istiğrakla seyre dalması, işte bu temele dayanıyor... Almanya'da, Belçika'da, Hollanda'da, hattâ çalışma veya hac maksadıyla Suudi Arabistan'da bulunan vatandaşlarımızda hep bu tutkuyu gördük... Hem de, ikisini birbirinden ayırmamaya çalışarak...
"Kur'ân" ve "bayrak"... Sanki biri iman, fikri muhteva ve derinlik; diğeri o fikri muhafaza neşir ve idame gücü... "Sanki" diyorum... Yanlış değerlendirmelere sebep olmasın diye...
Türk milletinin gönlünde bu ikisi adeta bütünleşmiş...