Hamdi Mert :: hamdimert.com
Köşe Yazıları
KUR’AN VE BAYRAK - 27 Aralık 1985

Bulgaristan'dan Yunanıstan'a sığınan, oradan da Türkiye'ye getirilen soydaş­larımıza Atatürk Hava Limanı'nda "Kur'an" ve"bayrak" hediye edildi. Televizyonda hep beraber gördük... Çilekeş soydaş bacı Kur’ân-ı Kerim ve Türk bayrağını göğsünden yukarıda tutmaya dikkat gösteriyor, onlara huşu ile ba­kıp ağlıyordu... Diğerleri na­sıldı, ekranda o anda göreme­dik... Aynı duyguları paylaş­tıklarında, şüphe mi var?... Öyle olmasa, ölümü, ölümden bin beter eziyetleri göze ala­rak, tarihte eşi az bulunur bir maceraya atılabilirler miydi?

Bacı ve kardeşler uçakta sorulan sorulara da bize ibret cevaplar verdiler. Yunanis­tan'da bulundukları süre içe­risinde kendilerine çeşitli ül­kelerden iltica davetleri yapıl­mış. Fakat onlar, sonucu be­lirsiz bekleyiş içerisinde bile, bu güleryüzlü teklifleri red­detmişler... Bütün idealleri "anavatan" dedikleri Türki­ye'ye gelmek... Niçin?... Bu­nun cevabı, bir elinde Kûr'an-ı Kerim, diğerinde Türk bay­rağı olduğu halde, onlara ba­kıp bakıp da dalıp giden mül­teci "bacı"nın hali idi...

Türk insanındaki bu "bay­rak", bu "Kur'ân" sevgisi ne­reden geliyor?.. Bu bir tarih olgusudur ki, temelleri yüz­yıllar, bin yıllar öncesine da­yanır. Bir izahı da yok...

BAYRAK

İkokul kitaplarımızdan bir tablo hatırlarım: Ergenekon'dan çıkışı canlandırıyor­du. O gür atlar, gür insanla­rın önünde dalgalanan haş­metli sancağı...Herkes onun arkasından gidiyordu...

Orta Asya'dan kalkıp, bin-bir çileden sonra Anadolu'yu ebedi yurt tutan ecdadın savaşlı-zaferli-taçlı hayatında bunun sayısız misalleri var...

Adına "sancak" deyiniz, "bayrak" deyiniz değişmez... "Ulubatlı Hasan" eliyle Bi­zans surlarına dikilen de, son "İstiklâl" silkinişinde İzmir'­de göndere çekilen de hep aynı "bayrak", aynı "sancak".

Niğbolu'da düşman hatla­rını yarıp "—Bre Doğan!... Bre Doğan!" diye haykıran Yıldırım da; Dumlupınar'da ilk hedef olarak "Akdeniz" emrini alıp, bir sel gibi akan kasırga da, o "ilk hedefe ulaşıp, kendisine gösterilecek "son hedef"i 63 yıldır bekle­yen genç dinamizmde, işte o "bayrak", o "sancak"tır,..

Faik TÜRÜN Paşa'nın ha­tıralarında okuduk: Ameri­kalı kumandan "—Bayrak sevgisini biz sizden öğren­dik" itirafında bulunmuş...

Cezayir'de esir düşmüş ve ­on yıllarca vatanından uzak kalmış; sadece üstübaşı değil, etleri de lime-lime dökülmeye başlamış Kara Memiş'in, de­niz ufkunda görülen gemideki sancağın Türk bayrağı oldu­ğunu farkedince birden dirili­şini, silkinişini, gençleşmesi­ni, devleşmesini hatırlayı­nız... Bütün bu hatıralarınızı da, asker okul ve birliklerin bazen ekrana getirilen sancak devir-teslimlerindeki vecdle birleştiriniz... Türk insanının sadece "İstiklâl Marsı"na de­ğil, ağıtlarına-ninnilerine, türkülerine-şiirlerine sinmiş "bayrak" ve "sancak" sevgisinin cevapsızlığı, işte bu tarihî-milli terbiyedir...

VE KUR’AN

Kur'ân sevgisine gelince... Allah kelâmı Kur'ân-ı Kerim, Türk milleti için -Batı mânasında-sadece bir "din kitabı", "Ahiret kitabı" değil aynı zamanda bir milli semboldür de... Akif'imiz İstiklâl Harbi'mizin en inkisarlı günlerinde C.Hakk'a serze­nişlerini, "-Kur'ân ayak altın­da sürünsün mü ilâhî?" diye haykırırken, bunu dile getirmiş değil midir?

Türk milletinin, Osman Ga­zi ceddimizin bilinen davranı­şıyla sembolize edilmiş bulunan "Kur'ân" sevgisinin izahı kolay değildir... Gerçek­ten öyledir... Hiçbir Türk evi gösteremezsiniz ki, onda ya duvarda asılı veya sandık-dolap en mûtenâ yerde saklı bir Kur'ân-ı Kerim bulunmasın... Kur'ân-ı en süslü, san'atlı, saltanatlı yazan biz olmu­şuz... Genç kızlarımızın en iti­nalı çeyizi hâlâ Mushaf kabıdır...

Halkımızın "Kur'ân Kur­su" inşaatı deyince, yardım için nasıl tehacüm gösterdi­ğini; -hiçbir dünyevî istikbal vadetmediği halde- çocukları­nı Kur'ân kurslarına kaydet­tirmek için nasıl kuyruğa girdiklerini başka nasıl izah edersiniz?...

1978 yılında Sovyetler'e yaptığım seyahatta şahid ol­duğum Kur'ân tutkusunu unutamam... Özbekistan'da, Azerbaycan'da, hattâ Mosko­va'da, gecenin en ölü saatle­rinde kapımız yavaşça tıklatı­lır, kendisini kimselere göstermemeye dikkat eden fısıltı halindeki bir ses bizden Kur'ân-ı Kerim isterdi... Me­ğer Sovyetler'de Kur'ân-ı Ke­rim basımı, dağıtımı yapılmazmış... Müslüman-Türk unsurlar ise, her türlü şart al­tında Mushaflarını bağırları­na basmışlar, Türklüklerini, Müslümanlıklarını bu mucize kitapla muhafaza edegelmişler... Siyasi baskı sebebiyle ibadet ve dinî eğitimlerini yapamadıkları zamanlarda bile, Allah kelâmını öpüp başları­na götürerek, bağırlarına ba­sarak imanlarını tazelemişler. "Bu da, Kur'ân-ı Kerîm'in bir i'cazı olmasın" dememek mümkün değil.

Hacca gidip gelenlerin bite­viye anlattıkları bir konu var: Harem-i Şerif ve Mescid-i Nebi'de Kur'ân okuyanların durumu... Hep duymuşuzdur: Kur'ân-ı Kerim'i ayaklarını uzatarak okur, yorulunca da, başlarının altına yastık ya­par, uyurlarmış... Kutsal ki­tabı ayaklarının dibine koyar, kalkar namaz kılarlarmış... Bizde ise malûm, belden aşa­ğı tutmamaya itina gösteri­lir...

Bulgaristan cehennemin­den kaçan soydaşlarımızdan ekranda görülen mülteci ba­cının, bir elinde "bayrak"ı, diğerinde "Kurân"ı millî ve dini bu iki değeri vecd ve istiğrakla seyre dalması, işte bu temele dayanıyor... Almanya'da, Belçika'da, Hollanda'da, hattâ çalışma veya hac maksadıyla Suudi Arabistan'da bulunan vatandaşlarımızda hep bu tutkuyu gördük... Hem de, ikisini bir­birinden ayırmamaya çalışarak...

"Kur'ân" ve "bayrak"... Sanki biri iman, fikri muhte­va ve derinlik; diğeri o fikri muhafaza neşir ve idame gü­cü... "Sanki" diyorum... Yan­lış değerlendirmelere sebep olmasın diye...

Türk milletinin gönlünde bu ikisi adeta bütünleşmiş...