İstiklâl Marşı'mızın kabulünün 65'inci yıldönümü olan 12 Mart'ı, Çanakkale Zaferi'nin 71'inci yıldönümüne rastlayan 18 Mart'a bağlayan günler âdeta "Akif Haftası" gibi kutlandı. Sadece Ankara'da bir değil, birkaç toplantı, panel, merasim yapıldı. Televizyon konuya Beşir Ayvazoğlu ile eğildi. Meğer bir "Mehmet Akif Kültür ve Sanat Vakfı" varmış, onu öğrendik. Vakıf, Türkiye Yazarlar Birliği'nin yıllardır ayakta tutmaya çalıştığı Mehmet Akif potansiyelinin tabiî sonucu olmalı... İstiklâl Marşı'nın yazıldığı Taceddin Dergâhı'nın kapısız, bacasız; alkoliklerin, ''esrar" veya başka "keş"lerin sığındıkları yer olmaktan kurtarılıp "Mehmet Akif Müzesi" haline getirilmesinde olduğu gibi...
D. Mehmet Doğan ve yakın çevresinin iddiasız, sessiz fakat derinden çabaları, demek yerde kalmadı... Hacettepe Üniversitesi Rektörü Yüksel Bozer'in şefkatli yaklaşımı, Prof. Dr. Ekrem Sezik'in usanmayan gayreti ve Türkiye Diyanet Vakfı'nın maddî himmeti ile "dergâh" ve çevresi fizik yapı olarak da tahkim edildi de, "Akif" demeye dilimiz varır oldu... Şimdi Rıdvan Çongur'un muhayyilesinde olgunlaşıp, kâğıt üzerine dökülmeye başlayan bir kalıcı proje ile karşı karşryayız. Sayın Çongur, konunun fikir ve proje safhasını bitirmiş. İş resmî izin ve finans safhasına gelmiş. Proje uygulandığında, istiklâlimizin marşı, bir dev anıt üzerine altın harflerle yazılacak. Tıpkı "Orhun Abideleri" gibi... Fakat bu anıt "Orhun" gibi, yüzyıllar sonra bir başka ülke topraklarında yeraltından çıkarılmayacak... İnşallah hep kendi topraklarımızda ve ayakta kalacak...
KONU AKİF OLUNCA
Akif’in, Müslüman-Türk insanının gönlünde yaşaması için böyle taştan bir anıta gerek var mı? Konuyu, bir tecrübeli "vaiz" arkadaşımla konuştum. Şöyle cevap verdi: "Akif'in böyle bir anıt-yapıya ihtiyacı yok. O, gönüllerimizde kalıcı anıtını zaten ebedî olarak kurmuş. Ayet ve hadislerden sonra, ayet ve hadislerin izahında en çok başvurduğumuz malzeme, onun şiirleri... Bize gelince, bu anıta onun değil ama bizim her hâlükarda ihtiyacımız var."
Vaiz arkadaşımın sözleri kafamda gün geçtikçe daha da gelişti, büyüdü. Öyle ya, yeni yetişenlerimize bizim olan, bizden olan neyi öğretebiliyoruz ki?. Televizyonda bazen "yarışma programları" çıkar. Yarışmacılar "Hollywood" artistlerini, "pop" şarkıcılarını alimallah bülbül gibi şakıyorlar. Bunları duyunca, "Bak biz neler neler biliyoruz" diye seviniyoruz... Kendimize ait sorularda ise, doğrusu kahroluyoruz. Fırat'ı, Dicle'yi, Sakarya'yı, Kocatepe'yi, Mevlânâ'yı, Konya'yı, Karabekir'i, Fevzi Paşa'yı sanki sözleşmiş gibi inatla cevaplandırmıyorlar. Bir defasında "İstiklâl Marşı'mızı kim yazdı?" sorusuna, "Behçet Kemal" mi nedir, bir de komik cevap aldık... İstiklâl Marşı'nın yazılı olduğu anıt sadece Ankaraya değil, bütün illere, ilçelere, okul bahçelerine, bugüne kadar niçin dikilmedi ki?
Elâlem bize yönelik "kin" anıtları dikerken, sahi biz istiklâlimizin anıtını bugüne kadar niçin dikmemişiz? Rıdvan Çongur'a bir de bunu sormalı... İçimizden bu işi üstlenen sadece o cıktığına göre...
O AKİF Kİ!..
O Akif ki, Çanakkale'de savaşan Mehmetçiği, birazda dinî bir cüret ve millî bir gayretle, "Bedir"de cihad eden Sahabî ile kıyaslamış... Onun yaralarına, akşam batışında tüllenen güneşi sargı yapıp sarmış. Bu topraklara, "Bir kubbesine Mevlânâ'nın titrediği vatan" olarak bakmış.
Şehid Mehmetçiğe öyle bir “kabir” tasviri yapmış ki, tavanı bulutlar; avizesi yıldızlar; başındaki taşı ise "Kâbe-i Muazzama"dır. Bu muazzam kabre koyacağı mübarek şehide, Hz. Peygamber'in kucağını açıp beklemekte olduğunu müjdelemiş.
Dinî ve millî konuları birbirine bu kadar yaklaştıran, Akif'in dışında başka bir ihata gücü bulamazsınız. Zira o, Kur'ân-ı Kerîm'i tefsir edecek kadar din ilimlerine âşinâ; "ümmetçi" damgasını yiyecek kadar İslâm dayanışmasına taraftar; "ırkçı" tanınacak seviyede bu milletin mayasına inanmış...
"Şark" ve "Garb" medeniyetlerini öylesine ihata etmiş ki, ''Garbcı" geçinenlerin ne Garb'ı, ne Şark'ı, "Şarkçı"' geçinenlerin ise ne Şark'ı, ne Garb'ı bilmediklerini görmüş, kederlenmiş...
İstiklâl mücadelesinin yetersiz "silâh" ve yalın "iman"la kazanıldığını bilir ve kutlar. Ancak, insanlığın müşterek malı olduğunu kabul ettiği modern teknik ve medeniyete de sahip çıkar...
Akif, Bedir Ashabı ile kıyaslama cüretini gösterdiği Mehmetçiğin Çanakkale, Sakarya ve Kocatepe zaferlerini görmüş; ancak, muhayyilesinde canlandırdığı ve "Asımın Nesli" dediği yeni Müslüman-Türk nesillerinin kuracağı, ileri medeniyeti göremeden bu dünyadan göçmüştür. Bu sebeple, onun bu dünyadan mükedder ve me’yus gittiği söylenebilir.
Onun öfkesi, İslâm milletlerinin zillet ve meskeneti üzerine olmuştur. "Asrın idrakine söyletmeliyiz" dediği ulu Müslümanlığın sözde inanırları, bu öfkenin, isyanın muhataplarıdır.
Mehmet Akif'in inkisarı, toprağın altında bugün de devam ediyor. Olmalıdır.
Onun adına "hafta"lar değil, "ay"lar düzenlenmesi, bu inkisarı hafifletir mi? Bilinmez...