Hamdi Mert :: hamdimert.com
Köşe Yazıları
“AKİF HAFTASI” - 21 Mart 1986

İstiklâl Marşı'mızın kabulünün 65'inci yıldönümü olan 12 Mart'ı, Çanakkale Zaferi'nin 71'inci yıldönü­müne rastlayan 18 Mart'a bağlayan günler âdeta "Akif Haftası" gibi kutlandı. Sa­dece Ankara'da bir değil, birkaç toplantı, panel, mera­sim yapıldı. Televizyon ko­nuya Beşir Ayvazoğlu ile eğildi. Meğer bir "Mehmet Akif Kültür ve Sanat Vakfı" varmış, onu öğrendik. Va­kıf, Türkiye Yazarlar Birli­ği'nin yıllardır ayakta tut­maya çalıştığı Mehmet Akif potansiyelinin tabiî sonucu olmalı... İstiklâl Marşı'nın yazıldığı Taceddin Dergâhı'nın kapısız, bacasız; alkolik­lerin, ''esrar" veya başka "keş"lerin sığındıkları yer olmaktan kurtarılıp "Meh­met Akif Müzesi" haline ge­tirilmesinde olduğu gibi...

D. Mehmet Doğan ve ya­kın çevresinin iddiasız, sessiz fakat derinden çabaları, demek yerde kalmadı... Ha­cettepe Üniversitesi Rektörü Yüksel Bozer'in şefkatli yak­laşımı, Prof. Dr. Ekrem Sezik'in usanmayan gayreti ve Türkiye Diyanet Vakfı'nın maddî himmeti ile "dergâh" ve çevresi fizik yapı olarak da tahkim edildi de, "Akif" demeye dilimiz varır oldu... Şimdi Rıdvan Çongur'un muhayyilesinde olgunlaşıp, kâğıt üzerine dökülmeye başlayan bir kalıcı proje ile karşı karşryayız. Sayın Çongur, konunun fikir ve proje safhasını bitirmiş. İş resmî izin ve finans safhasına gel­miş. Proje uygulandığında, istiklâlimizin marşı, bir dev anıt üzerine altın harflerle yazılacak. Tıpkı "Orhun Abideleri" gibi... Fakat bu anıt "Orhun" gibi, yüzyıllar sonra bir başka ülke topraklarında yeraltından çıkarıl­mayacak... İnşallah hep kendi topraklarımızda ve ayakta kalacak...

KONU AKİF OLUNCA

Akif’in, Müslüman-Türk insanının gönlünde yaşaması için böyle taştan bir anıta gerek var mı? Konuyu, bir tecrübeli "vaiz" arkada­şımla konuştum. Şöyle ce­vap verdi: "Akif'in böyle bir anıt-yapıya ihtiyacı yok. O, gönüllerimizde kalıcı anı­tını zaten ebedî olarak kur­muş. Ayet ve hadislerden sonra, ayet ve hadislerin iza­hında en çok başvurduğu­muz malzeme, onun şiirle­ri... Bize gelince, bu anıta onun değil ama bizim her hâlükarda ihtiyacımız var."

Vaiz arkadaşımın sözleri kafamda gün geçtikçe daha da gelişti, büyüdü. Öyle ya, yeni yetişenlerimize bizim olan, bizden olan neyi öğre­tebiliyoruz ki?. Televizyon­da bazen "yarışma programları" çıkar. Yarış­macılar "Hollywood" ar­tistlerini, "pop" şarkıcıları­nı alimallah bülbül gibi şakıyorlar. Bunları duyunca, "Bak biz neler neler biliyoruz" diye seviniyo­ruz... Kendimize ait sorular­da ise, doğrusu kahroluyoruz. Fırat'ı, Dicle'yi, Sakar­ya'yı, Kocatepe'yi, Mevlânâ'yı, Konya'yı, Karabekir'i, Fevzi Paşa'yı sanki sözleşmiş gibi inatla cevap­landırmıyorlar. Bir defasında "İstiklâl Marşı'mızı kim yazdı?" sorusuna, "Behçet Kemal" mi nedir, bir de ko­mik cevap aldık... İstiklâl Marşı'nın yazılı olduğu anıt sadece Ankaraya değil, bütün illere, ilçelere, okul bahçelerine, bugüne kadar niçin dikilmedi ki?
Elâlem bize yönelik "kin" anıtları dikerken, sahi biz istiklâlimizin anıtını bugüne kadar niçin dikmemişiz? Rıdvan Çongur'a bir de bunu sormalı... İçimizden bu işi üstlenen sadece o cıktığına göre...          

O AKİF Kİ!..

O Akif ki, Çanakkale'de savaşan Mehmetçiği, bi­razda dinî bir cüret ve millî bir gayretle, "Bedir"de cihad eden Sahabî ile kıyasla­mış... Onun yaralarına, akşam batışında tüllenen güne­şi sargı yapıp sarmış. Bu topraklara, "Bir kubbesine Mevlânâ'nın titrediği vatan" olarak bakmış.

Şehid Mehmetçiğe öyle bir “kabir” tasviri yapmış ki, tavanı bulutlar; avizesi yıldızlar; başındaki taşı ise "Kâbe-i Muazzama"dır. Bu muazzam kabre koyacağı mübarek şehide, Hz. Peygamber'in kucağını açıp beklemekte olduğunu müj­delemiş.

Dinî ve millî konuları bir­birine bu kadar yaklaştıran, Akif'in dışında başka bir ihata gücü bulamazsınız. Zi­ra o, Kur'ân-ı Kerîm'i tef­sir edecek kadar din ilimle­rine âşinâ; "ümmetçi" damgasını yiyecek kadar İslâm dayanışmasına taraftar; "ırkçı" tanınacak seviyede bu milletin mayasına inanmış...

"Şark" ve "Garb" mede­niyetlerini öylesine ihata et­miş ki, ''Garbcı" geçinen­lerin ne Garb'ı, ne Şark'ı, "Şarkçı"' geçinenlerin ise ne Şark'ı, ne Garb'ı bilmedik­lerini görmüş, keder­lenmiş...

İstiklâl mücadelesinin ye­tersiz "silâh" ve yalın "iman"la kazanıldığını bilir ve kutlar. Ancak, insanlığın müşterek malı olduğunu ka­bul ettiği modern teknik ve medeniyete de sahip çıkar...

Akif, Bedir Ashabı ile kı­yaslama cüretini gösterdiği Mehmetçiğin Çanakkale, Sakarya ve Kocatepe zafer­lerini görmüş; ancak, mu­hayyilesinde canlandırdığı ve "Asımın Nesli" dediği yeni Müslüman-Türk nesillerinin kuracağı, ileri medeniyeti gö­remeden bu dünyadan göç­müştür. Bu sebeple, onun bu dünyadan mükedder ve me’yus gittiği söylenebilir.

Onun öfkesi, İslâm millet­lerinin zillet ve meskeneti üzerine olmuştur. "Asrın id­rakine söyletmeliyiz" dedi­ği ulu Müslümanlığın sözde inanırları, bu öfkenin, isya­nın muhataplarıdır.

Mehmet Akif'in inkisarı, toprağın altında bugün de devam ediyor. Olmalıdır.

Onun adına "hafta"lar değil, "ay"lar düzenlenme­si, bu inkisarı hafifletir mi? Bilinmez...