Hamdi Mert :: hamdimert.com
Köşe Yazıları
GARİPLİKLER - 28 Mart 1986

Ülkemiz garipliklerle dolu. "Çocuktan Muzır Neşriyata Karşı Koruma" adıyla bir kanun çıkmış. Genç kızı de­likanlı kardeşinin; ebeveyni yeni yetişmekte olan çocuk­larının yüzüne bakamaz ha­le getiren "Ayıp" yayınların faillerinde bir feryat.. Ne de­mek isterler?.. Kanun "Mu­zır"ı yasaklamış... "Biz illâ da muzırlığa devam edeceğiz" mi derler?.. Bile­mezsiniz...

Son yıllarda "Ayıp" yayın­lar birdenbire arttı. Bu yayın­ları yapanlar tirajlarını arttır­dıkları iddiasındalar. Doğru­dur. Mal alıcı bulmasa pazarlanmaz. Satan ticaret yapı­yor, alan zevkini tatmin edi­yor. Pazarlanan ise "Ana" deyip, elini öptüğümüz; "Bacı" deyip, baştacı ettiği­miz kadınımızın ırzı, namusu... Burada asıl garip olan "kadın derneklerimizin suskunluğu... Kimin eti budu; kimin namusu yüz kı­zartıcı çirkinliklerle pazara sürülüyor? Erkekler bundan memnunsa, "kadın hakları"nı savunmak için kurulan dernekler niçin susarlar? "Siz kimin nesini, kime sa­tıyorsunuz!?" diyecek bir fa­ziletli sesi onun için arar dururuz.

SADECE BUNLAR MI?

"Ayağını yorganına göre uzat" bir ölmez prensibimiz. Yıllar var ki bu ölçüyü kay­bettik. Hem fert, hem cemi­yet olarak. Kimse istihsale, elindekini tutmaya, "kara gün" için bir şeyler ayırma­ya yönelmiyor. Hazıra dağ dayanmaz... Gün kazanır, gün yer bir cemiyet olduk. Toprağı yeşertip, yerden bir şeyler çıkartmazsanız, hangi şey gökten iner ki!.. Geçim sıkıntısı, doğru ama harca­mada bir adım gerileyen var mı? Akaryakıta herkesten çok ödüyoruz da, akaryakıt harcamalarında bir "tasarruf" teklifi ile karşılaş­tık mı?..Televizyon, buzdola­bı, çamaşır makinası artık "lüks" değil... Elektriksiz köy kalmadığı günlere hızla yaklaşıyoruz. Telefon nimeti, yerini otomatik telefon arzusuna bıraktı. Bunlar güzel... Ya bir de harcama muslukla­rımızı ayarlasak... Delik ceple dolaşmasak.

Ankara'nın Seyranbağları semtinde bir "çocuk parkı" var. O parkın da, adını unut­tuğum bir bekçisi... Niğde’nin bir köyündenmiş... Ge­çim sıkıntısından söz etti. "Köyünden ne zaman çık­tın?" diye sordum. "30 yıl oldu" dedi. "Sen bu dâvayı 30 yıl önce kaybetmişsin" dedim, öyle ya, Ankara'da park bekçiliği yapacağına, köyceğizinde kalsa, tavuğu, danası, ineği, öküzü, sütü, yumurtası olurdu. Köyü terketmenin, şehre akmanın da bir planı, programı olmalı değil mi?

"İNSANLAR VE SOYTARILAR"

Son haftalarda "Çankaya Sineması"nda bu isimde bir piyes oynanmış. Piyese okul arkadaşlarıyla birlikte giden yeğenim, bir üzüntüsünden söz etti. Piyeste Afganistan dramı sergilenmiş. Sovyetler ve Amerika'nın Afganistan üzerindeki pazarlıkları. Si­lâhsız Afgan mücahidlerinin en modern silâhlarla müceh­hez Sovyet işgal kuvvetlerini nasıl acze düşürdüğü anlatıl­mış. Seyirci memnun. Fakat o da ne? Oyunun bir yerinde, Sovyet kuklası Afgan Cumhurbaşkanı'nın huzuru­na "Yüksek İlim Heyeti" di­ye bir grup soytarı çıkarılmış... Kukla başkan, adı "İlim Heyeti" olan bu "soy­tarılar"la bazı ilmî (!) istişa­reler yapacak. Garip olan şu ki, "Soytarılar"ın kısvesi; arkasında namaz kaldığımız, doğduğumuzda kulağımıza ezan okuyan, öldüğümüzde bize telkin verecek, hatim ve dua okuyacak olan Türk din adamı kıyafeti... Fesi, sarığı, cübbesi ile... Şimdi ne oldu? Bir Afganlı kukla ilim (!) he­yetine giydirilecek başka kı­yafet mi yok? Afganistan'da bir avuç mücahid "Allah dâvası" için, en modern si­lâhlara karşı boğuşuyor. Başlarında ise şüphesiz "din adam"ları... Türk din adamı­na gelince... Sovyet, Yunan, Bulgar değişmez...Daha dün İstiklâl Mücadelesi'nde ilk mukavemet teşkilâtlarını ku­ran onlar... Cephede ve cep­he gerisinde halkı cepheye teşcî edenler onlar.

Oyunun hem yazarı, hem baş oyuncusu Ulvi Alacakaptan'ın maksadı şüphesiz; Türk milletinin din adamına olan geleneksel saygı imajını tahrip etmek değil. Yüzyıllar içerisinde kazanılan bu ulvî saygıyı tahrip etmekle daha neleri kaybedeceğimizi bilir. Gel gör ülkemizin gariplikleri bitmez... Bir süre önce seyrettiğimiz "Acımak" adlı TV-filminde de, kaymakamlığı taşlayan; halkı kaymakama karşı tahrike yeltenen bir "muallim"e (Dikkat: din adamı değil, muallim) fes-sarık-cübbe giydirmişlerdi de, seyirci sinirinden ayağa fır­lamıştı.

İki hafta önce "Regaib Kandili" gecesi televizyonda "Hz. Ömer'in Adaleti" adıyla bir film oynatıldı. Ha­reket noktası mutlaka "iyiniyet"e dayalı... Fakat filmde biteviye dinî yanlışlıklar yapıldı. "KELİME-İ TEVHİD"in yanlış telaffuzun­dan "Ezan"ın yanlış okun­masına kadar... Bir ara yan­lışları saymaya kalktım, "10"u geçince bıraktım. Doğru olan neresi kaldı diye...

Madem bunlar dinî konu­lardır, "Denetleme" değil, "sansür" hiç değil, "Diyanet"le, Din İşleri Yüksek Ku­rulu ile bir "istişare" yapılıverse...