Ülkemiz garipliklerle dolu. "Çocuktan Muzır Neşriyata Karşı Koruma" adıyla bir kanun çıkmış. Genç kızı delikanlı kardeşinin; ebeveyni yeni yetişmekte olan çocuklarının yüzüne bakamaz hale getiren "Ayıp" yayınların faillerinde bir feryat.. Ne demek isterler?.. Kanun "Muzır"ı yasaklamış... "Biz illâ da muzırlığa devam edeceğiz" mi derler?.. Bilemezsiniz...
Son yıllarda "Ayıp" yayınlar birdenbire arttı. Bu yayınları yapanlar tirajlarını arttırdıkları iddiasındalar. Doğrudur. Mal alıcı bulmasa pazarlanmaz. Satan ticaret yapıyor, alan zevkini tatmin ediyor. Pazarlanan ise "Ana" deyip, elini öptüğümüz; "Bacı" deyip, baştacı ettiğimiz kadınımızın ırzı, namusu... Burada asıl garip olan "kadın derneklerimizin suskunluğu... Kimin eti budu; kimin namusu yüz kızartıcı çirkinliklerle pazara sürülüyor? Erkekler bundan memnunsa, "kadın hakları"nı savunmak için kurulan dernekler niçin susarlar? "Siz kimin nesini, kime satıyorsunuz!?" diyecek bir faziletli sesi onun için arar dururuz.
SADECE BUNLAR MI?
"Ayağını yorganına göre uzat" bir ölmez prensibimiz. Yıllar var ki bu ölçüyü kaybettik. Hem fert, hem cemiyet olarak. Kimse istihsale, elindekini tutmaya, "kara gün" için bir şeyler ayırmaya yönelmiyor. Hazıra dağ dayanmaz... Gün kazanır, gün yer bir cemiyet olduk. Toprağı yeşertip, yerden bir şeyler çıkartmazsanız, hangi şey gökten iner ki!.. Geçim sıkıntısı, doğru ama harcamada bir adım gerileyen var mı? Akaryakıta herkesten çok ödüyoruz da, akaryakıt harcamalarında bir "tasarruf" teklifi ile karşılaştık mı?..Televizyon, buzdolabı, çamaşır makinası artık "lüks" değil... Elektriksiz köy kalmadığı günlere hızla yaklaşıyoruz. Telefon nimeti, yerini otomatik telefon arzusuna bıraktı. Bunlar güzel... Ya bir de harcama musluklarımızı ayarlasak... Delik ceple dolaşmasak.
Ankara'nın Seyranbağları semtinde bir "çocuk parkı" var. O parkın da, adını unuttuğum bir bekçisi... Niğde’nin bir köyündenmiş... Geçim sıkıntısından söz etti. "Köyünden ne zaman çıktın?" diye sordum. "30 yıl oldu" dedi. "Sen bu dâvayı 30 yıl önce kaybetmişsin" dedim, öyle ya, Ankara'da park bekçiliği yapacağına, köyceğizinde kalsa, tavuğu, danası, ineği, öküzü, sütü, yumurtası olurdu. Köyü terketmenin, şehre akmanın da bir planı, programı olmalı değil mi?
"İNSANLAR VE SOYTARILAR"
Son haftalarda "Çankaya Sineması"nda bu isimde bir piyes oynanmış. Piyese okul arkadaşlarıyla birlikte giden yeğenim, bir üzüntüsünden söz etti. Piyeste Afganistan dramı sergilenmiş. Sovyetler ve Amerika'nın Afganistan üzerindeki pazarlıkları. Silâhsız Afgan mücahidlerinin en modern silâhlarla mücehhez Sovyet işgal kuvvetlerini nasıl acze düşürdüğü anlatılmış. Seyirci memnun. Fakat o da ne? Oyunun bir yerinde, Sovyet kuklası Afgan Cumhurbaşkanı'nın huzuruna "Yüksek İlim Heyeti" diye bir grup soytarı çıkarılmış... Kukla başkan, adı "İlim Heyeti" olan bu "soytarılar"la bazı ilmî (!) istişareler yapacak. Garip olan şu ki, "Soytarılar"ın kısvesi; arkasında namaz kaldığımız, doğduğumuzda kulağımıza ezan okuyan, öldüğümüzde bize telkin verecek, hatim ve dua okuyacak olan Türk din adamı kıyafeti... Fesi, sarığı, cübbesi ile... Şimdi ne oldu? Bir Afganlı kukla ilim (!) heyetine giydirilecek başka kıyafet mi yok? Afganistan'da bir avuç mücahid "Allah dâvası" için, en modern silâhlara karşı boğuşuyor. Başlarında ise şüphesiz "din adam"ları... Türk din adamına gelince... Sovyet, Yunan, Bulgar değişmez...Daha dün İstiklâl Mücadelesi'nde ilk mukavemet teşkilâtlarını kuran onlar... Cephede ve cephe gerisinde halkı cepheye teşcî edenler onlar.
Oyunun hem yazarı, hem baş oyuncusu Ulvi Alacakaptan'ın maksadı şüphesiz; Türk milletinin din adamına olan geleneksel saygı imajını tahrip etmek değil. Yüzyıllar içerisinde kazanılan bu ulvî saygıyı tahrip etmekle daha neleri kaybedeceğimizi bilir. Gel gör ülkemizin gariplikleri bitmez... Bir süre önce seyrettiğimiz "Acımak" adlı TV-filminde de, kaymakamlığı taşlayan; halkı kaymakama karşı tahrike yeltenen bir "muallim"e (Dikkat: din adamı değil, muallim) fes-sarık-cübbe giydirmişlerdi de, seyirci sinirinden ayağa fırlamıştı.
İki hafta önce "Regaib Kandili" gecesi televizyonda "Hz. Ömer'in Adaleti" adıyla bir film oynatıldı. Hareket noktası mutlaka "iyiniyet"e dayalı... Fakat filmde biteviye dinî yanlışlıklar yapıldı. "KELİME-İ TEVHİD"in yanlış telaffuzundan "Ezan"ın yanlış okunmasına kadar... Bir ara yanlışları saymaya kalktım, "10"u geçince bıraktım. Doğru olan neresi kaldı diye...
Madem bunlar dinî konulardır, "Denetleme" değil, "sansür" hiç değil, "Diyanet"le, Din İşleri Yüksek Kurulu ile bir "istişare" yapılıverse...