Hamdi Mert :: hamdimert.com
Köşe Yazıları
DEĞER BOŞLUĞU - 10 Ekim 1986

Türk insanında bir "değer boşluğu" vakıası mevcut...

Kimimiz “dindar”ız. İnançlarına, geleneklerine bağlı insan görüntüsü sergi­leriz. Fakat içimize bir girse­niz, çeşit-çeşit çelişkiler bu­lursunuz. Bir defa, inanç ve geleneklerine bağlı olmanın asgarî fikriyatına sahip deği­liz. Fikir planında "Müs­lüman" ve "Türk" olmanın sınırlarında, muhtevasında kanaat birliğimiz yok. "Din" ile "Milliyet"in kesiştiği "İnce" noktalan bilmek nerde, öğrenmeye bile vakit, im­kân ayırmayız. "Müslüman’ım" diyenin, "Türk'üm" de­mekten; "Türk'üm" diyenin, "Müslüman'ım" demekten korktuğu bile olur. Zira "Din" ile "Milliyet"i birbi­rine "Zıt" sayanlar çıkar. "Türk" değil, "Türkiyeli­yim" diyenler çıktığı gibi... Pratik hayatta da, "İnandı­ğı" ve "Söylediği" ile "Ya­şadığı" birbirine uyan kaç ki­şi var aramızda?   "Faizci düzen" diye, "Düzen"e çata çata, "Masa"lar edinenleri, "Kasa"lar dolduranları çok gördük. "Devlet"e topyekün karşı çıkan; "Devlet" sözkonusu olunca "Hele bir yıkılsın da görelim" diyen; fakat "Yıkılsın" dediği dev­letin kilit noktalarına tırma­nanları da... "Din''darlığı kimseciklere bırakmadığı halde. "Din" adına yanlış fet­valar verenleri; siyaset, tica­ret, rekabet, nefsaniyet uğru­na vatandaşı bölük-pörçük dağıtanları da bunlara ek­leyiniz...

Kimimiz "Batıcı"yız. "Çağ­daş", "Medeni" insan gö­rüntüsü veririz. Fakat içimi­ze bir girseniz, çeşit-çeşit te­nakuzlar bulursunuz. Bir de­fa "Batılı", "Medeni" olma­nın asgarî nazariyatına sahip değiliz. "Batı" her şeyden önce "Fikriyat", "Muhteva" demektir. Biz "Batı"nın alâmet-i farikası olan "Fi­kir" ve "Muhteva"yı bırakı­rız da, onları kılık-kıyafet, günlük yaşayış, eğlence, sof­ra âdetleri ile taklide yelleni­riz. "Batılı" her şeyden ön­ce "Demokrat"tır. İnanca, düşünceye, şahsiyete, kısaca topyekun insana saygı göste­rir. Bizde ise "Batıcı"lık, inançlara, geleneklere savaş açmakla başlar. Yei yetişenlerimize hangi ciddi fikriyatı, sahsiyeti verebiliyoruz?.. "Müslümanız" diyenler Müslümanlığı, "Türk'üz" diyenler Türklü­ğü, "Batılıyız" diyenler, Batı'yı biliyorlar mı?.. Bunlar, bu içtimaî değerler, birbirle­rine zıt şeyler mi?..Bunların bir sentezi yok mu?..    

ŞAHSİYET BUNALIMI

Bu şahsiyetsizlikle "Devlet" olarak nasıl ayakta kaldığımıza her zaman şaş­mışımdır. Coğrafya olarak, Sovyetler'in kucağında; stra­teji olarak Sovyet-Amerîkan çekişme ve menfaat alanında; siyasî vakıa olarak da, bir ateş çemberi ortasında...

Makûl cevabı hep, bu mil­letin derin millet olma tecrü­besinde bulurum. Yoksa ne okulda, ne ailede, ne kültür ve terbiye vasıtalarımızda ye­ni yetişenlerimize bir "Şahsi­yet" verebildiğimiz var!..

"Okul"u, "Aile"yi, "Yay­gın eğitim" vasıtalarını bir-bir gözden geçiriniz:

Okullarımız kuru "Ezber" sistemine dayanıyor. Tartış­ma, muhakeme gücü, bilgisi­ne güvenme, hele hele kendine, tarihine, millî değerlerine say­gı realitesini aramayınız. Ara­sanız da bulamazsınız. Bizde en kolay edinilen, en ucuz meslek "Öğretmenlik" değil mi?.. O halde, bundan daha ilerisini bekleyemezsiniz!..Bir "Baba"yı hatırlarım: Anarşi­den, terörden, hapiste yatan onbinlerce Türk gencinden sözediyorduk. "Okula gön­dermediğimiz evlâtlarımızın her şeyini tekeffül ederiz. Ama okula gönderdiklerimiz için bir şey diyemeyiz" diyor­du. Bütün bir "Millet"in, millet çoğunluğunun, "Baba" bildiği "Devlet"ine kahırlı sitemi idi bu!..

"Aile" tek başına millî eği­tim, millî terbiye hizmetleri­ni yüklenemez. Hem nasıl yüklensin?.. Bu geçim, hayat şartlarında... Biz anne-baba olacaklara ne verdik ki, on­lar da onları evlâtlarına versinler?..

"Yaygın eğitim" vasıtaları mı?.. Yani sinemalar, tiyatro­lar, yazılı basın, radyo ve te­levizyon... Geçiniz!.. Okulun, ailenin veremediğini onlar mı verecek?.. Okulda ve ailede verilmeye çalışılanı elimizden almasınlar da...

Bu ortam ve şartlarda is­tikbale güvenle bakamayız... Yeni yetişenlerimize bakı­nız! Hepsi keskin bıçak gibi... "Sağcı" olanı da, "Solcu" olanı da... Müslümanlığı sa­vunanı da, milliyetçiliği seçe­ni de... Birbirine saygı, müsa­maha yok... Zira her şeyden önce, savundukları mefhum­ları, müesseseleri tam bilmi­yorlar. Bu fikirleri bir "Mo­da", "Geçici heves", karşısındakilere "Reaksiyon" duygu­suyla benimsemişler... Ortada "Tutarlı", "Misyon"u olan, "Toparlayıcı" bir millî tercih göremeyince de, işte böyle ba­zen düalist, bazen plüralist şahsiyet sertliklerine, çelişki­lerine bunalımlarına düşü­yorlar.

ÇARE NEDİR

O halde çare nedir?.. Çare, önce "Millî kültür", "Millî terbiye", "Millî şahsiyet" konusunda yeni bir "Müfredat", "Üslûp", "Strateji" tesbiti yapmaktır.

"Müslüman" mıyız?.. Evet... "Türk" müyüz?.. Şüphesiz... "Batılı" ve "Çağdaş" olmak zorunda mıyız?.. Ona da pekâlâ... O halde bu 3 kaçınılmazı birbir­leriyle kavga ettirmekten vaz­geçelim... Bunların sentezi "Müslüman-Türk-Medenî Türkiye"dir... Aslında "Müslümanlık"ın içerisinde mede­nî olmanın bütün şartları da, milletine ve milliyetine sahip çıkmak da mevcuttur. Bizim "Millet" ve "Milliyet" anla­yışımızda "Din"e saygı baş­ta gelir. Millet ve milliyet an­layışımızda, “Batı”yı Batı yapan fikir, inanç hürriyeti, her türlü ilerleme ve kalkın­ma şartları mevcuttur. "Batı"lı olmaya gelince: Batılı "Din"ine de, "Millet"ine de asabiyetle bağlıdır.

"Din"i red,"Milliyet"i in­kâr psikozu ile "Batılı" olma ham hayaline kapılmayalım. Bizim bu halimize "Batılı" da güler...

Bir millet, diğer toplumlar­dan ayrı kıymet hükümleri, millî değerleri ile millet olur. Yoksa, özendiği taklit ettiği kültürlerin içerisinde erir-gider... Tarih buna şahittir...