“Din” hakkında, "din okulları'' hakkında, "dinin "irtica" ile irtibatlandırılması hakkında yetkili-yetkisiz sözedenler, bu milletin içine hiç girdiler mi bilmiyorum. Sofrasına oturdular mı?.. Düğününde, derneğinde, cenazesinde bulundular mı? Onlarla bir "kandil" bir "bayram" yaşadılar mı? Bir Ramazan günü onlarla "sahur"a kalktılar, iftar sofrasına oturdular mı? Mahalle camiine gidip onlarla bir "teravih" kıldılar mı?
Onu, yeni doğan çocuğunun kulağına ezan okurken gördüler mi? Perşembe akşamı olunca, "Geçmişlerimiz bizden fatiha bekliyor" diye, onlarla birlikte, seccadenin üzerine diz çöküp ellerini "Rahmet-i Rahman"a açtılar mı?
Bütün bunları geçtik, ne yer-içerler, sofra âdabları nedir, nasıl yaşarlar, nelerden "heyecan" duyarlar, bilirler mi? Onların konuştuğu dilden konuşurlar mı?
Elin adamı Afrika'nın balta girmemiş ormanlarını, uçsuz-bucaksız çöllerini dolaşıyor da, oralarda bulduğu 3-5 ailelik ibtidaî kabilelere bir şey telkin etmek için onlara, önce kendini kabul ettirmenin yollarını arıyor. Onların "dil"lerini öğreniyor, "din" ve geleneklerini inceliyor, onlar gibi yaşıyor. Kendi "kültür"ünü aşılamak için önce onların heyecanlarını, tutkularını, zevklerini, nefretlerini öğreniyor. Onlara o metotla yaklaşıyor...
Ya siz, ey bu milletin kültüründen, "çağdaşlaşma"sından, "batılılaşma”sından kendini sorumlu sayanlar! Söyler misiniz, sizin bu millete yaklaşma usulünüz, onu kendinize inandırma metodunuz nedir? Bizim onu getirmek istediğimiz mesafeleri çoktan aşmış bu milletin "hayat tercihi"nden haberiniz var mı? Onun heyecanlarıyla, bir defa olsun heyecanlandınız mı? Onun anladığı dilden bir defa olsun konuştunuz mu?Onun gönül deryasında bir defa olsun yüzdünüz mü?
BİR ÖRNEK
21Aralık 1986 Pazar günü, İstanbul Beyazıt Camii'nde bir mevlidde idim. Konuşulanlara şöyle bir kulak verdim: "Din" ve "devlet" yanyana telaffuz ediliyordu. Camide, Allah'ın evinde, "Türkiye Cumhuriyeti devleti"nin, bölgesinde "istikrar unsuru" olduğundan sözediliyordu. "Allah bu milleti devletsiz, hürriyetsiz bırakmasın!" deniliyordu. Daha bir gün önce, Yunan sınırımız İpsala'da şehit düşen, kanı henüz soğumamış taze şehitlerimizle Çanakkale, Kocatepe, Bedir şehitleri arasında irtibatlar kuruluyordu.
Bunları dinlerken, birkaç hafta önce Mustafakemalpaşa'da dinlediğim bir vaaz, kulaklarımda çınladı. Orada da aynı irtibatlar, aynı nüanslar, incelikle işleniyordu. Bir ibadethanede, kürsüde konuşan fesli-sarıklı hoca tarafından.
"Camide mahallî, milli konular değil, cihanşümul, âlemşümul mevzular işlenir" demeyiniz bana...
Bu millet ve din görevlilerimiz, Türkiye'nin stratejik konumunu çok iyi biliyor. Kendi mahallî-millî konularının bile, İslâm ülkelerinin tamamını ilgilendirdiğinin şuurunda. Bu sebeple, kafasında "devlet" imajı ile "din" imajı birleşiyor. Birine "millî", diğerine "dinî" değeri olarak bakıyor. "Millî" ve "dini" değerlerini baştacı ediyor.
Bu millet, büyük millî problemleri aynı anlayışla aşmadı mı? İstiklâl Harbi kalkışmasını aynı ruhla yapmadı mı?
BİR YANLIŞ Kİ!
Şimdi, önemli köşebaşlarını tutmuş bazı bürokrat, politikacı, basın mensubu, hattâ mercilerin "din" değerlendirmesiyle, geniş ve geleceğin kıymet hükümlerini isabetle telif etmiş millet çoğunluğunun şu tarihî tavrını bir mukayese ediniz! Bir ona bakınız, bir de buna!..
Bir emekli din görevlimiz bazı gazetelerin "din" konusundaki, "bilmezlik"ten kaynaklanan yayınlarını gösterdi. Camiye gidenlerin artmasından, imam-hatip liseleri ve Kur’an kurslarının varlığından şikayet eden yayınları... "Biz" dedi, "din camiası olarak, şu yayınlara rağmen devlete küsmüyorsak; devletten kopmuyorsak, devleti onlardan çok sevdiğimizdendir." Ömrünü cami kürsülerinde, mihrap ve minberlerde tüketmiş ak sakallı emektar din görevlisi böyle diyordu. Doğru diyordu. Bir başka görevlimiz, bu "methum kargaşası"; "Kur'ân kursu", "öğrenci pansiyonları" iltibası; "din hizmeti" ve "din eğitimi" ile "irtica"nın habire irtibatlandırılması sebebiyle; hele de bazı üst yöneticilerin "üslûp" yanlışları yüzünden işlerinin güçleştiğinden; camide "din-devlet" imajını işlemenin bu yüzden zorlaştığından sözediyordu.
Ne yapıyoruz? Başında sarığı, sırtında cübbesi, ağzında duası ile bu memleketin iyileşmesinden başka bir şey düşünmeyen bu insanları küstürmekle, kime hizmet ediyoruz?
Bu milletin 10 asırlık değişmez temel kıymet hükmü olan "din" ve dinle irtibatlı konularda "lâf" etmek için çok düşünmeli, az konuşmalıdır.
Biz, sınırlarımızı bekleyen; tarlamızı-bahçemizi ekip diken, fabrikamızı, işyerlerimizi işleten; vergileriyle, dualarıyla devleti ayakta tutan; yarın mecbur kalınca "Kalkın ey ehl-i vatan!" deyip, cepheye süreceğimiz kendi öz milletimizin inançlarını sahnelerde, sayfalarda "Vurun abalıya" zihniyetiyle tahkir ve terzil ederken, elin oğlu ibtidai Afrika kabilelerinin tamtamlarını bile medenî bir jest ve anlayışla karşılıyor. Sırf onlara kendisini kabul ettirebilme için.
Bu milleti yönetenler, önce "milleti" anlasınlar. Göreceksiniz, her şey nasıl kolaylaşacak.