Bir önemli kuruluşta "Türkiye'nin Beslenme Problemi" üzerine toplantı yapılıyordu. "Yetersiz" ve "dengesiz" beslenme üzerine, bundan doğan hastalıklar, çocuk ölümleri üzerine... Dünyanın bazı bölgelerindeki "açlık ve buna dayalı kitle ölümleri" hakkında da örnekler veriliyordu. Gıdasızlık meselesinin bizim de kapımızı çalmaması için afişler, broşürler, slaytlar, spot programlar hazırlanmalı, hattâ bu konuda camilerde va'zlar verilmeli, hutbeler irad edilmeliydi. Öyle deniyordu. Deniyordu da, kimse çiftçinin, köylünün pazarlayamadığı için tarlada çürüttüğü domatesten, patlıcandan, elmadan söz etmiyordu. Denize dökülen hamsiden, makineli ve sulu ziraat yapılamıyor diye boş bırakılan tahıl ambarı tarlalardan... köylünün niçin inek-tavuk beslemez olduğundan... köyden şehre hesapsız akından... bunlardan bahseden yoktu da, beslenme problemini halledelim diye afiş-mafiş hazırlayalım; camilerde, okullarda, radyo ve televizyonda nasihat, öğüt-möğüt verelim deniyordu.
Bunlar bütün çıplaklığı ile açılınca anlaşıldı ki, toplantıyı tertip eden iyi niyetli, uzman ve yöneticiler konuyu bilmiyor değillerdi. Biliyorlardı, fakat önlerinde dokunulması yasak manialar vardı. "Kabzımal" maniası... "Hâl"ler engeli, semt pazarlarının bazılarınca parsellenmesi vakıası... Hükümet ve devlet bile bu utançtan duvarları aşamazdı... Çiftçi malını getirse de, bu tröstler yüzünden pazarlayamazdı... Sebze-meyve alimallah çürütülür, hamsi-balık denize dökülürdü de, fiyatları ucuzlatılamazdı... Antalya'da 40 lira olan domatesi biz onun için 500 liraya, 800 liraya almak zorunda idik... İşte bu tröstler, utanç duvarları yüzünden...
LÂF VE PEYNİR GEMİSİ
“Sigara” üzerine, "içki" üzerine çok va'z, nasihat, nutuk dinledik. Öyle ki, sigaranın, içkinin gizli tehlikeler taşıyan nasıl sinsi bir düşman olduğunu biliyoruz artık. Alkollü içkiyi geçtik, sigaranın bile tütününde, kâğıdında, dumanında bin kadar zehirli madde bulunduğunu ilgili-ilgisiz herkes söyler durur. Söylemesine söyler de, içki ve sigarayı bir "suç"u yasaklar gibi yasaklamayı kimse akıl etmez. Etmez, çünkü kendisi de aynı yolun yokuşudur.
Eşkıyaya "terörist" adını takalı, eşkıyalık âdeta sevimlileşti. Her gün ışıklı ve renkli camda eşkıyanın ettikleri öyle bir anlatılıyor ki, eşkıyalık nedir bilmeyenler de, "terör" denilen o meçhule alimallah âdeta özendiriliyor.
Bu millet, içerden ve dışardan gelecek her türlü tehlikeyi milletçe göğüsler... Çanakkale'yi, Dumlupınar ve 30 Ağustos'u yapan; Anzavur ve nice Celâli isyanlarını bastıran millet, uzaktan kumandalı bir avuç türedi eşkıyayı kuyruğundan tutar, bütün dünyanın önünde teşhir ve terzil etmesini bilir... Yeter ki bunu milletten isteyenler, milletin dilinden anlasınlar.
BİR SEVİYE Kİ!..
Diyanet İşleri Başkanlığı makamına bir tayin mi yapıldı?.. Haber avcısı gazeteci takımı olarak hemen oradayız... Neyi mi sorarız? Ne dünyadaki "materyalist-Makyavelist" gidişi, ne giderek artan rüşvet ve suç olaylarını, ne de kitlelere hâkim olan sevgisizlik, sosyal gerginlik ve asabiyet vakıasını... Daha tanışmaya fırsat kalmadan sorduğumuz ilk soru şu: "Laikliği tarif eder misiniz?", "-Musavi'nin Anıtkabir'e gitmemesini nasıl karşıladınız?", "Siz olsaydınız Anıtkabir'e gider miydiniz?". Bayram değil seyran değil, ama bu soruları sorma lüzumunu hissederiz...
İlâhi Başkan!.. Sen ne cevap verirsen ver, biz önceden tasarladığımızı yazarız... Tıpkı "bayram" değil, "seyran" değilken, önceden tasarladığımız soruları sorduğumuz gibi...
"Niçin" mi adam olmayız?.. İşte bunun için...