Hamdi Mert :: hamdimert.com
Köşe Yazıları
BURASI BURSA - 14 Ağustos 1987

Geçmiş zamanda krallardan bir kral yerleşilebilecek en iyi yeri bulmak istemiş. Etrafındakilere emir vermiş. "Dünyada cennete en çok benzeyen yeri bulun" demiş. Maiyet ve erkân dünyanın her yanı­na dağılmış. "Uludağ"ı bulunca birazcık sevinmiş­ler. "Acaba olabilir mi?" diye düşünmüşler. Bugün "Bakacak" denilen yere gelince ise hep bir ağızdan haykırmışlar: "İşte burası!.." demişler. "Bakacak" nam yerden bakıp, "Burası!" diye karar belirttikleri yer öyle bir yermiş ki, yukarıda "Ulu" bir "dağ", aşağıda "Burası"nı "Bursa" yapan münbit mi münbit bir ovası varmış. O ulu dağda serin mi se­rin, sert mi sert bir hava, o yeşil ovada ılık mı ılık, sıcak mı sıcak bir iklim... Dağdan soğuk sular, aşa­ğılardan kaynar sular akarmış. Dağında her çeşit ağaç, ovasında ise her çeşit meyve bitermiş... "Burası"nı onun için "cennet"e benzetmişler. Arzu edi­len her şeyin hazır olduğu cennete... "Bursa" işte "böy­le bir yerdir. Bugün de öyledir...

Dağınızın, ovanızın, akarsuyunuzun, göl ve de­nizinizin, kısaca "coğrafya"nızın "tarih" boyutu­nu gösteremezseniz, orayı yurt yapamazsınız.

Sadece "Bursa"nın değil, dağ dağ, il il, kasaba-köy her bölgemizin buna benzer, bundan güzel "ef­sane"leri, destanları vardı. Yeni yetişenlerimiz bu destanlarla yetişirlerdi. Yaşadıkları yeri o efsanelerle mübarekleştirir, o destanlarla severlerdi...

Millî kültürümüzden kaçmaya başladığımızdan beri, toprağı "yurt" yapan o "destan"ları, o "esatîr" ve efsaneleri bilmez olduk. Kendimizden her gün biraz daha kaçar oluşumuz bundan...

BURSA BİR TARİH

Bursa bir tarihtir. "Burası"nın Muradiye'lerinde, Yeşil Camii'nde, Ulu Camii'nde Osmanlı'nın ku­ruluş yıllarını tarihî silsile halinde görmek mümkün. Osmanlı ile yaşıt ulu çınarlar dile gelse, kimbilir bu­günümüze de, yarınlarımıza da ışık tutacak nice ta­rihî hikmetlerle karşılaşırdık.

Her türlü tarihî mefahire kanıksayan biz farkın­da olmasak da, Osmanlı'yı hâlâ bir hamî kabul eden eller Bursa'nın tadına varmışlar... Osman'lar, Or­han'lar, Mehmet'ler, Murad'lar adına dikilen tür­be ve camiler o günlere hasret hayranlarla dolup taşıyor.

Hayrettir Osman, Orhan ve Murad'lar etrafında artarak devam eden tehacüm Yıldırım Beyazıt Ca­mii ve türbesinde mevcut değil... Halk psikolojisi iş­te... Bu garip tezahür, acaba Yıldırım'ın mağlûp bir padişah-kumandan oluşundan mıdır? Mağlûp ve mağdur yanında yeralan.Türk karakterine bakınız ki, cihanşümul hedeflere hasret kalış duygusu o ta­rihî meziyetin önüne geçmiş...

KAYBOLAN OVA     

“Burası” için bir de derin kaygımız var. "Bakacak"tan bakıp "İşte burası" diye cennet-i âlâya benzetilen o güzelim ova bugün sanaii tesislerin işgaline uğramış. Osman Gazi'nin, ölüm döşeğinde yatarken bile uzun kolunu uzatarak "İste bura­sı... İşte burası..." diye fethini irade ettiği Bursa'nın bir düşman ordu tarafından olmasa da, böylesine işgali ne kötü!..

"Bursa" deyince akla ilk gelen "Yeşil" ve yeşil­lik değil midir? O yeşiller, yeşillikler şimdi geriliyor. Adım adım... "Yeşil Bursa" filminin yapımcısı Özdemir Birsel'e şimdi bir iş daha düşüyor. "Kaybo­lan yeşil" diye de bir film yapmak... Bizim ihmalimiz biter mi?

Cuma Sohbeti

21 Ağustos 1987 Hamdi Mert

TÜRKİSTAN TÜRKİSTAN...

Bu ağıt gibi başlık, Yavuz Bülent Bakiler'in son eserinin adı... Yavuz Bülent'i hep "şâir" yönüy­le tanırız. Halbuki bu son eserinde o, şairliği yanında "sosyolog", "tarihçi", "sosyal tarihçi" şahsiyetiy­le de karşımıza çıkıyor, "öz yurdumu çarmıha ger­mişler kırk yerinden" diye başladığı kitabını "Tür­kistan bizim hem sevabımız, hem ayıbımız... Türkis­tan bizim boy aynamız. Türkistan bizim hafızamız" diye bitiriyor...

Bu ifadeleri okuyunca "Türkistan Türkistan"ı bir şiir kitabı sanmayınız. Belki "şiir" gibi akıcı, şiir gibi sürükleyici... Fakat alt alta yazılmış san'at yüklü mısralardan ibaret değil... Tarihî ve büyük kaybımız "Türkistan" olayına ait gözü açık, çarpıcı müşa­hedeler, tarihî, sosyolojik tahlil ve sentezler var ki­tapta... "Türkistan" konusunda araştırma yapacak­lara l'inci elden kaynak olacak müşahedeler, onla­ra ait değerlendirmeler...

İşte Taşkent'e inişin tasviri: "Ay yüzüne inmiş bir insan gibi her yere dikkatle bakmaya başladım. Alabildiğine uzanan düz bir toprak sonsuzda ufukla birleşiyor... Toprak tanınır mı hiç, gökyüzü tanınır mı, rüzgâr tanınır mı? Herhalde hayır diyeceksiniz... Ama ben, ilk defa gördüğüm o aziz toprakları tanıdım. Gökyüzünü tanıdım. Rüzgârını tanıdım."

Yavuz Bülent, Sovyetler'e davetle giden bazı safların göremediklerini görmüş... Önlerine düşen "Mihman"ların uzaktan kumandalı sıkıntılarını; gösterişe dayalı ibadet ve namazları; danışıklı top­lantıları, mürettep gezileri... Önüne uzatılan her mikrofona ser-mest teslim olmamış... Dinî lider "Babahanof"u bile köşeye sıkıştırmış... Müsait bir zamanda yakaladığı herkesle konuşmuş... Konuşu­lanları "şive" ve "ifade" tatlılıklarına kadar yaka­lamış ve bozmadan yayınlamış... "Bahadır", "Teymur", "Saltuk" adlarına varıncaya kadar...

20 yaşındaki "Ferman"ın Türkiye ve İstanbul sev­gisine bakın: "-Ah Yavuz Ağa!.. İstanbul'u bir gör­sem ölsem Yavuz Ağa!.. İstanbul'u bir görsem öl­sem!.."

Yavuz'un ayaklarını elleriyle kavrayan delikanlı­nın cevabı ne kadar yürek paralayıcı; "-Babamın tenbihi var. Git, elinle ayakkabılarının tozunu al. Sonra o tozları getir, gözlerime sür. ömrümün so­nunda, gözlerimde Türkiye'nin tozu toprağı olsun istiyorum..."

Ya İstanbul resimlerini yüzüne gözüne sürerek hüngür hüngür ağlamaya başlayan Nisa Han Nine’nin ağıttı!..

"-Bir almanın yarısı siz, yarısı biz. Dadımız da bir rengimiz de" diyen "Cuma"da "Kur'ân" ve Mushaf hasretini anlatıyor: "Gomşulardan biri Türkiye'den bir Mushaf getirmişti. Gonu-gomşu o eve tökildih. Kitabı yüzümüze gözümüze sürüyer, öpiyerdik..."

Bunları durdukları yerde kendilerine rahat batan bizimkilere nasıl anlatmalı bilmem ki!..

Televizyonun Sovyet propagandasına dönük yayınma bakıp bakıp; "-Bu yeni icad dünyanın her tarafını gösteriyor da, Türkiye'yi neden gizliyor?" diye soran Özbek anaya kim, ne cevap verebilir?

Yavuz Bülent, eserinde bu müşahedelerle yetin­miyor. Türkistan'ın adım adım nasıl Sovyet işgali­ne düştüğünü de, müşahhas tesbitlerle anlatıyor. Bu tesbitlerle dokuduğu dürbünü Türkiye'ye çevirip, ba­kıyor: "Lübnan üzerinde oyun planlayan devletler Arab'ın iktisadî imkânsızlığından yola çıkmadılar. Arab'ın kültür buhranından hareket ederek, Arab'ı Arab'a vurdurdular." Bu bize büyük derstir.

Yavuz Bülent millî bir vazife yapmıştır. Gitmiş, görmüş, yazmış ve yayınlamıştır. Temennimiz o ki, eserin birde dağıtımıyla uğraşmamalıdır. Zira Tür­kiye'de böylesine bir hizmete sahip çıkacak çok ki­şi, çok kuruluş vardır. Değil mi? Bakalım konunun kim, neresinden tutacak?