1962-63 yıllarını hatırlarım. İstanbul'da seminerler, konferanslar olurdu. Nurettin TOPÇU, Necip Fazıl, Süleyman YALÇIN, Ekrem Hakkı/Samiha AYVERDİ’ler bu faaliyetlerin mimarları idiler. Kalabalık, heyecanlı, diri bir gençlik olarak bizlerse bu özel mekteplerin müdavimleri...
Zaman geldi, okullarımız bittikçe İstanbul'dan teker teker koptuk. Ama o feyzi-bereketi hep aradık-durduk..
"Kubbealtı Vakfı" yıllardır İstanbul ufuklarını aydınlatan projektörlerini Ramazan dolayısıyla Ankara'ya da tutuverdi. 30 Nisan Cumartesi akşamı değerli devlet adamı, mütefekkir yazar Dr. Agâh Oktay GÜNER'in himayelerinde Dedeman salonlarında yapılan san'atlı, saltanatlı iftar sofrası sadece İstanbul'u değil, zengin mazimizi de Ankara'ya taşıdı.
Gönül adamı, gönül dostu Agâh Oktay, Kubbealtı iftarında gözlerde bir daha büyüdü. "Hoşgeldiniz" konuşması "Türk kültürü" ve "Ramazan gelenekleri" üzerine bir "Konferans" derinliğinde idi. Tesbitleri, teşhisleri, esprileri, fıkraları ile... Ankara ve Ankaralı olarak bu kültür faaliyetlerine ne kadar hasretiz?.. Başkent olmanın resmiyet ve donukluğundan birazcık da olsa uzaklaşıp-gönlümüzu o tertemiz fikirlerle yıkamaya... Hanımefendi ve beyefendi Güner'lerin ev sahipliğindeki Türkçe ve Müslümanca asalet herhalde yıllarca zihinlerden silinmeyecek...
Bugünden kopup-düne dönemezsiniz, tamam... Fakat "dün"ü bilmeden bugünü sorgulayamaz; yarınları planlayamazsınız. 150 yıldır bizim en büyük hatamız, tarihimizden kaçmaya çalışmamızdır. Bunun hatası biz okumuşların... Okumuşlar içinde de milletin önüne düşenlerin... Fırsat verilince millet pekâlâ millî kıymet hükümlerini tesâhub edebilmektedir. Kubbealtı iftarında bunu gördük. Kocatepe Camii harîminde bir süredir devam eden kültür hareketleri, 1988 Kitap Fuarı'yla Ankara'ya yeni bir renk, yeni bir mânâ kazandırırken, "Kubbealtı İftarı" bu mânâya yepyeni bir boyut daha kattı.
Bu tür faaliyetlerden niçin uzağız? Ankara niçin uzak, İstanbul niçin eski kıvamında değil. Anadolu niçin mahrum? Kubbealtı sofrasından önce Kocatepe salonlarında Dr. Fahri DEMİR tarafından verilen konferansta, tâ Kırşehir'den Nevşehir'den koşup gelen dinleyiciler bunu sordular. Cevapta güçlük çektik ama, bu taleplerle biraz da ferahladık. Demek bu geçim sıkıntısı içerisinde millet sadece "ekmek" değil, onun kadar, ondan önce ruhunu, kafasını da doyurmak istiyor.
Türkiye büyüyor, gelişiyor. O halde bu gelişmeye "millî kültür" dozu katmak zorundayız. "İnsan"ın diğer mahlûkattan tek farkı bir de gönül dünyasının bulunması. Gönül âlemini aç bırakmakla ortadan kaldıramazsınız. Aksine açlığını sağlıksız yollarla gidermeye kalkarsa, o takdirde bu insanları ekmek fırınına da koysanız bir çizgide tutamazsınız.
Bu milletin bir "Kültür Bakanlığı" var... Millî terbiyeden sorumlu bir de başka bakanlığı... Hatta 130 milyarlık resmî bütçesine yan ve destek diğer özel kuruluşlar potansiyelini de katınca bütün Türkiye demek olan bir de Diyanet'i... Müstakil TRT'si, fikir basını vb. diğerleri... Hepimizin sahibi millet soruyor: "Bu kuruluşlar günlerden bir gün biraraya gelip diyalog, işbirliği hedef tesbiti diye imal-i fikir bir davranışta bulundular mı?" Ortak faaliyetten geçtik, bizi oraya götürecek bir davranış; tek davranış?...
Sormakta haklıyız. Çünkü millet soruyor.
Kubbealtı Vakfı iftar programı bu soruları, bu duyguları bütün açıklığı ile dile gelirdi. Biz de sahiplerine duyuruyoruz.
Hakkımız varsa...