“Üniversite olayları” denilen taşkınlıklar yine boy göstermeye başladı, öğrenci kılıklı birileri İstanbul Üniversitesi Rektörü'nün makamını bastı; yaşı Cumhuriyet devletimizden büyük rektörlük odasındaki tarihî eşyayı tahribetti; kendilerini ağyara karşı korumakla muvazzaf bir polis memurunu öldüresiye dövdü ve komaya soktu.
Yine öğrenci kılıklı birileri Ankara'da TBMM Başkanı tarafından kabul edildi; Meclis'te gruba sahip partilerin grup başkanvekillerini ziyaret ederek boy gösterdi.
İstanbul'da rektör odasını basıp, oradaki tarihî eşyayı tahribedenleri gördüm. Odaya insan gibi normal merdiven ve kapılardan değil, bir harâmî gibi balkon ve pencerelerden girdiler. Girmediler, doluştular... Cumhurbaşkanından sonra Türkiye'nin 2'nci adamı ve siyasî parti grup başkanvekilleri tarafından kabul edilenleri de... Ne kılıkları öğrenci kılığı, ne tavırları üniversiteli tavrı idi... Meclis Başkanı'nın huzuruna kadar ulaşabilen bu acaip kılık ve tavırlar "Türk gençliği"ni temsil ediyor öyle mi?.. öyleyse yazık yarınlanmıza!..
Türkiye'nin en büyük makamlarında oturan o büyük zevat eğer bu kendini bilmez tavırları kuzu-kuzu dinlemiş; diplomatik nezaket adına da olsa onları palazlandıran idare-i kelâm lâflar etmiş ve onlara büyüyen Türkiye'nin üniversitelisinde görmek istedikleri vasıfları hatırlatmamışlarsa, dünyada değil belki ama, ilâhî huzurda iki elimiz yakalarındadır.
Biz de üniversiteli olduk. Biz de öğrenci temsilciliklerinde bulunduk. Bakanları, başbakanları, Meclis başkanlarını biz de ziyaret ettik. Hatta en büyük makamlara muhtıralar verdik. Ama biz önce kılık-kıyafeti, tavrı ve teklifleri ile "üniversiteli" idik... Ulaşabildiğimiz makamı önce Türk terbiyesi tavrımız; genç-efendi kılığımız; üniversite seciyesi üslûbumuzla teslim alırdık. Sebeb-i ziyaretimiz ise, özenle hazırlanmış isteklerimizi seviyeli bir raporla o makamlara sunmak olurdu. Basın ve televizyon önünde acaip tavırlarla efelenmek değil...
Üniversitede okuyan oğluma sordum, "Sizi bunlar mı temsil ediyor?" diye... Acı acı güldü... Meğer bunlar öğrenci temsilciliklerini meslek edinmişler. Oraya bir girer, bir daha çıkmazmış. Hani bir zaman yağlı -ballı bir geçim kaynağı olan ''sendika ağalığı" gibi.. "Kitap", "ders" onların semtine uğramazmış. Toplu halde gezerler, dersane ve kütüphaneye uğrasalar da, bu da kulis ve gösteri için olurmuş. "Peki hocaların nakışları nasıl oluyor?" diyecek oldum. Hocaların en iyisi gerçek hocalığı onlara aldırmamak; kafasını onlara takmamakta bulurmuş. Daha az tecrübelileri ise onlara hoş görünme politikası güderlermiş. Ne denir? Bugünlere boşuna mı geldik?
Türkiye'de bizim noksanımız belli: Devlet politikası seviyesinde "Millî Kültür" politikamızın olmayışı... Ailede, millî terbiyede, üniversite ve çalışma hayatında, topyekûn yaşayışımızda... "Tarih" deyince, "dil" deyince, "din ve gelenek" deyince, "millî terbiye" deyince kaynak ve temelleri belki, hedefi aynı bir millî kültür politikası... Üniversite, basın, bürokrasi ve millet çoğunluğunun bu en temelli politikalarda ağız birliği... Bize bu lâzım...
Yoksa vekarı, ilmî derinliği, araştırıcılığı ile bizi ileri yarınlara taşıyacak üniversitelinin en yüce makamlarda yüzümüze sigara üflemesine tahammül etmek zorunda kalırız. Yarın başka densizlikler de meşrulaşır... İstikbalimize, ümitlerimize yazık olur...