Bu yazımı, Mekke'yi "mükerrem" kılan kutsal "Ka’be"nin müemmen "Harem"inden yazıyorum. Kadirşinas ve vefalı okuyucularımı şu kutsiyet ve maneviyattan hissedar edebilmek için...
İşte Mekke, işte Harem, işte Kâ'be!.. Hz. İbrahim Aleyhisselâm'dan buyana bütün semavî kitap ve hak peygamberlerce takdis edilen; tavaf ve sa'yedilen mübarek mekân... Sadece Mekke sokakları değil, "Harem" bile, mermerden, renk ve boyadan yeni zengin kisvelere bürünmüş ama, o kutsiyeti yine de örtememiş.
Şu ayakların bastığı, şu başların secdeye vardığı yere Hz.Peygamber'in, eshabın-eslâfın ayak ve baş koyduğunu görmemek, duymamak mümkün mü?.. Hacer anamızın "Sefa" ve "Merve" tepeleri arasında tehevvürle koşarken, kumlar üzerinde bıraktığı ayak izlerini... Ve küçücük İsmail'in ağlayan sesini... Hz.Hamza'nın, Ebü Cehil'in suratında patlayan tokadını. Hz.Bilâl'in tatlı ve gür ezanını... Abdülmuttalib'in dede şefkatini... Ebü Talibin himaye kanatlarını nasıl açtığını... Ve Hz.Peygamber'in müşriklere "-Bir elime güneşi, bir elime kameri verseniz, ve farz-ı muhal bana ebedî hayatı da bagışlasanız, dâvamdan yine dönmem" diyen Peygamberce cevabını...
Bu duygular olmasa hac olur muydu?.. Ve "Hac" olmasa bu duygular?..
Kâ'be'nin duvarlarına kapanıp, dakikalardır ağlayan şu siyahi kadına bir bakın!.. Afrika'nın kimbilir hangi iptidaî bölgesinden kopup gelen şu hıçkırıklarla, Kût-ül Amare'de, Yemen'de, Filistin'de, Medine müdafaasında şehid düşen Mehmetçiği birbirinden nasıl ayırırsınız? Şu kara gözlerden dökülen yaşlar ile, "i'lây-ı kelimetüllah" için dökülen şehid kanları, nihayet aynı kutlu imanın, kutlu tezahürü değil mi?..
İslâmiyet'teki şu büyüklüğe bakın ki, kendilerini hürriyet havarisi gören bir ülkede "Hürriyet Heykeli"nin dibinde tekmelenen kapkara zencilerle yan-yana, omuz-omuzayız... Onların kara-ayak izlerinin üzerinde secdeye kapanıyoruz.
Hacda hem bedenî, hem malî zahmet var. Herhalde bunun için... Ve işte bir de şu muhasebe!.. "Dün" ile "Bugün"ü... Siyah, sarı, ak, dünyanın çeşitli renk ve bölgelerini... Muhasebe, muhakeme ve sonunda bir küllî sentez... Kâmil insan olmaya, kâmil imanı bulmaya...
Siz bu satırları okurken biz "Cebelürrahme" eteklerinde; "Arafat" mahşerinde birbirimize bu soruları soracağız. Ebedîleşmek varken, bir dünyalık ihtiraslar uğruna nasıl ufalandığımızı... Vedâ Hutbesi'nde Hz.Peygamber'in "-Sakın benden sonra, eski câhiliyeye dönüp, birbirinizin boynunu vurmayınız" buyurduğu tepeden iç ve dış dünyamıza bakacağız. Birbirimizi nasıl boğazladığımızı tefekkür ve tezekkür edeceğiz. Edeceğiz ki, düşmanlarımızı bize güldüren komikliklerden nasıl kurtulabileceğimizi düşünebilelim.
"Kâ'bene siyahlar/ Yakışmamıştır Yâ Muhammed/ Bugünkü kadar" diye kahırlanan Arif Nihat herhalde bunu kasdetmiş olmalı...
C.Hak'kın "Be bekkete mübareken" buyurduğu, kâinatın şu en mükerrem mekân ve makamında bunları düşünmek caiz mi diye sormayınız. İşte biz, şu kutsiyet ve ulviyet deryasında bile bunları düşünüyoruz. Haccın bir hikmeti de bu değil mi?..
"Önemli olan hacca gitmeden hacı olmak" sözü, bir büyük söz... Omuzlarında taşımayacağı kadar büyük mesuliyetler potansiyeli bulunan her mü'min, bu ulu sözün mânâsında kendini tartmalı...
Şu anda, Osmanlı eseri revakların gölgesinde bulunduğum "Harem"den; karşımda duran mütevazı, münkesir, fakat heybetli Kâ'be'den siz okuyucularıma; Harameyn'in muhafız ve hâdimliğini yüzyıllarca yürütmüş büyük milletime ve yurduma binlerce selam gönderiyorum.