“-Bir yayız, her bilek geremez bizi / Bir gülüz, her bağbân deremez bizi / Ham ervah baksa da, göremez bizi /Gözleri kamaşır, ışığımızdan...”
“-Bilenlere sorup, soruştur da gör /Dün ile bugünü, barıştır da gör / Soğumuş külleri karıştır da gör /Kaç mangal kor çıkar, ocağımızdan...”
Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu'nun, Ülfet Kaşıkçı'nın müeddeb terennümünden dökülen bu mısralarıyla başlayan "Söğüt" kutlamaları bu yıl doruk noktasına ulaştı. Derinlik ve heyecan bakımından da; rağbet, disiplin ve bütünlük açısından da... Osmanlı sempozyumları, âşık atışmaları, Klasik Türk Musikisi icraları, millî oyunlar, yörük bayramları ile... Erzurum'un dadaş çocuğu Mehmet Kahraman'la başlayıp, Yozgat'ın mütevazı, fakat muhtevalı evlâdı Refik A.Öztürk ile devam eden halef-selef özlü kaymakamlar çizgisi, demek Söğüt'ü yeniden canlandırmaya yetip-arttı. Niyazi Yıldırım haklıdır: Dün ile bugünü barıştırdığınız; soğumuş külleri şöyle bir karıştırdığınız anda, ocağımızdan kaç mangal kor çıktığı hemen görülüveriyor.
Türk tarihine olan derin tutkusunu tâ Bingöllerden bildiğimiz Vali Güner Orbay'ın Bilecik'e tayinini Bilecik için bir şans olarak gördük. Osmanlı ceddimizin önce "Beğlik", sonra "Sultanlık", peşinden de "İmparatorluk" ve "devlet ebed-müddet" olduğu bu topraklar acaba devletçe ve ciddî bir master-programla ele alınır mı diye... Prof. Dr. Abdurrahman Güzel hocamızın çok yerinde olarak ifade ettiği Ertuğrul Gazi ve Şeyh Edebâlî türbeleri şanlarına yakışır görünüşte değil... Kanı-deli Kara Osman'ı Osman Gazi yapan Şeyh Edebâlî dergâhı ortada yok. Ertuğrul Gazi'nin anası Hayme Ana'nın Domaniç'teki türbesi o büyüğe değil, bize utanç verecek perişanlıkta... Osmanlı'nın beşiği Söğüt'te sular daha doğru dürüst akmıyor.Bu bölge bir master-planla ele alınmalı; sadece tarihî kalıntılarıyla değil, tarihteki şekliyle yeniden canlandırılıp-yaşatılmalı, diye düşünüyoruz.... Domaniç yaylağından -Söğüt kışlağına "oba"lar, "otağ"lar kurup, bütün dünyayı bu bölgeye çekmemiz mümkündür. "Kültür"ün "turizm"le aynı bakanlıkta birleştirilmesi esprisi de böylece ilk defa anlaşılmış olur.
Genç kaymakamın olgun dilinden döküldüğü gibi yüz yıldır, ikiyüz yıldır saklandığına sandıkların şahitlik ettiği o tarihî kisvelerin içindekiler, bir yerlerden gelmiş folklor ekipleri değildi. Bu bölge zaten tarihti, tarihin kendisi idi. Tarihten müntakil atların nal izlerini eğilip-öpenler; Beğlerbeği Ertuğrul'un mis kokan türbesine kapanıp-ağlayanlar kimselerden izzet-ikbal istemiyorlardı. Bir yıldan bir yıla gelip, tarih açlıklarını gideriyorlardı. Bir elinde bastonu, bir elinde torunuyla yollara dökülen 70'lik dedeler-nineler, bu hasretin canlı ifadeleri idiler... Tâ Urfa'lardan, Suruç'lardan kalkıp -Ertuğrul torunlarını görmeye, kutlamaya gelen Karakeçili beğleri, uşakları, bu toprakların doğu ve batısıyla nasıl aynı soydan, aynı boydan, aynı kültür derinliklerinden geldiğinin isbatıydılar... Küçük Elmalı yörükleri, Akçukur yörükleri, Karateke yörükleri, Günyurdu yörükleri, Adapazarı-Ferizli yörükleri diye tören alanını dolduran gruplar, aynı şeyi söylüyorlardı: Bu toprakların bin değil, binlerce yıllık Türk toprakları olduğunu..
Bu yurdun doğusunu-batısına, güneyini-kuzeyine zamklayacak ortak kültür paydaları aramıyor muyduk? O halde daha ne duruyoruz?