Hanamur'un "Kızılca" köyünden İslâm Yaşar’ın Yeni Asya Yayınları arasında çıkan "Hikâye", "Roman", "Piyes", "Biyografi" ve "İnceleme" türündeki 12 adet kitabını görünce, bu toprakların bereketine bir daha inandım... Geçtik "elektrik" ve "telefon"u, yol ve suyun bile henüz ulaşmadığı "Kızılca"yı bilmeyenler, bu hayretimi anlayamazlar.
"-Oğlum, ben senin mühendis olduğunu duymuştum emme, adam olduğunu duymamıştım. Allah'ıma çok şükür, bizim köyümüzden de adam çıkarmış dedim, ölsem de gam yamanı gayri..." diyen Yusuf emmi haklı idi. Bu yargı, "Kızılca"nın "adam olmazlığı"ndan değil, yüzyılların harpleri-darpleri arasında dağ başında unutulan bir Anadolu köyünün haklı inkisarından idi...
İlkokulu bile, Cumhuriyet devletimizin 40 yaşından sonra gören "Kızılca", bizim tabana kuvvet ulaşabildiğimiz delikanlılık yıllarımızda "devlet" diye ancak "jandarma"yı bilirdi. Bir de Toros yaylalarından "Solak" değirmene. "Kızlar" değirmenine merkep sırtında un öğütmeye gelen yaylacıları... Şimdi bu köyden bir "İslâm Yaşar" çıkmış; olgunluk yaşının yarısını bile geçmeden, "Hikâye", "Roman", "Piyes", "İnceleme" dahil bir düzine kitap yayınlamış... İnanılması zor, ama bu milletin mayasına inanmayanlar için...
YALIN AYAK-YAMALI ELBİSE
Gencecik yazar İslâm Yaşar, "-Yalın ayaklarımın acısını duyup, eski elbisemin renkli yamalarını idrak etmeye başlayınca anladım bazı şeyleri" diyor "Kırbaçlı" adlı piyesinin önsözünde... Ve devam ediyor: "-Yaşadığımı idrak ettiğim anda, zihnimi işgal eden mânâ haksızlık, yokluk ve kıtlık kelimelerinden ibaretti. Kahve ve ev sohbetlerinde hep bu kelimelerin kılıfına sarılmış acılar anlatılırdı."
Bu ifadelere bakarak, İslâm Yaşar'ın ucuz ve matah "fakirlik edebiyatı" yaptığını sanmayınız. Fedakârlığı kâinata sığmayan milletimin bu gencecik evlâdı, "burjuva" saraylarında semirip, sefalet çığırtkanlığı yapan mirasyedi zıpırların aksine gönlü tok, asil duyguların hâmili... "Yılanın Teri"nde, "Çınlayan Kubbeler"de, melekût âleminden süzülüp-gelen bu asaleti kana kana yudumlayabilirsiniz. "Adım-Adım İstanbul"da ise, sadece İstanbul'u değil, o güzelliklerde yaşanan tarihi de... İslâm Yaşar'ın dupduru kaleminde "tabiat" da, "tarih" de daha bir güzel, daha bir alımlı oluyor.
KIZILCA NASIL BİR BEŞİKSE
“Kızılca", Anadolu misali nasıl bir beşikse, "yokluk"lar içerisinden bir sanatkâr, işte bir İslâm Yaşar yetiştirmiş. Öyle bir san'atkâr ki, köyü kadar iddiasız, köyü kadar asîl... Yalancı şöhretler, birkaç solukluk kopyalarla köşe dönerken o, bu milletin binlerce yıllık mefkuresinden filizlenen tomurcuk gibi, kendi haline boy atmaya başlamış bulunuyor. "Edebî Sanatlar ve Mazmunlar"da. Yaşar, bir düzine san'atlı kitabında uyguladığı edebî incelikleri nazarî olarak da takdim ediyor. Lâf ebeliği veya ümmî doğuşlarla değil, bereketli bir çalışmanın tefekkürü ile yazdığı, bu "nazariyat" ve "tatbikat" ustalığından açıkça belli...
Yaşar, "San'at, ahenk ve güzelliğin terkibinden meydana gelen bir telkine hiçbir idrak kapısı kapalı kalamaz" diyor... Doğrudur. Nice "İslâm"lar, nice "Yaşar"lar inşallah bu telkin inceliğini kıyamete kadar yaşatacaklar.
Kızılca İslâm Yaşar'la Yaşar da Kızılcalı olmakta öğünebilir. "Bizi Yaşatanlar" romanımda çeyrek yüzyıl önce Kızılca için yaptığım temenniler bugün hedefini bulmuş. "Kızılca"mla ben de öğünüyorum. Milletimle, toprağımla öğünür gibi...