Her yıl eylül ayını âdeta iple çeker olduk. Osmanlı ceddimizin beşiği; serpilip-geliştiği "Söğüt" toprağına yüz sürmek için... Buna o kadar alıştık ki, tatilimizi, seyahat programlarımızı yaparken "Söğüt" kutlamaları sanki bir ayar-taşı oldu. "Söğüt'ten önce, Söğüt'ten sonra" diye... Bizi tarihimize, millet-kültürümüze, hayat bulduğumuz mefkuremize bağlayan bu "köşe" taşları, bu "ayar" taşları olmasa, acaba nice olurduk diye hep düşünürüm. Bizi "insan" yapan, bizi "millet" yapan kudret-eli, kaderimizi, hamurumuzu bu "mi'yar"larla dokumuş-yoğurmuş olmalı... Osmanlı'yı "Osmanlı" yapan ruh olmasa, nasıl ayakta kalırız ki!.. Osmanlılık, o bütünlük ruhu ki, "Arab"ı-"Acem"i, "Türk"ü, "Arnavut"u... 6 asır ayakta tutmuş... O "ruh"un mûlevves ellerde inkırazına kadar...
HEM FİKİR-HEM GÖSTERİ
Bu yıl 708'incisini yaşayacağımız ''Söğüt kutlamaları", hem "fikir", hem millî gösteri-şenlik-şölen biramda millî bir hadise... "Cirit", "kılıç-kalkan" gibi "nisyan"a terkedilmiş geleneksel oyunlar... Yörük çadırlarının; yörük-analar, yörük-bacılar, yörük ağalarının bizi 600 yıl gerilere götüren ihtişamı... Ertuğrul-Gazi ceddimizden, Hayme Ana'dan; Domaniç yaylalarından gelen elçilerle Söğüt sokaklarını, Söğüt tepelerini süsleyen tarih kervanı... İstanbul'dan bir yörük-ağası gibi inen M.Emin Alpkan ve çevresi; İrfan Atagün; hayr'ül-halef torun, evlâd-ı sultan Harun Osmanoğulları Beğ Efendi... Gözümüz-ruhumuz-gönlümüz o kadar alıştı ki, Söğüt bizsiz olur, fakat biz Söğüt'süz olamayız artık... Olmamalıyız...
1 yıl, 2 yıl, 3 yıl önce Söğüt üzerine yaktığım ağıtları hatırlıyorum. Osmanlı'nın temellerinin atıldığı Söğüt toprağının yalınlığına-yalnızlığına yaktığım ağıtları... Şehir suyu yetersiz... Söğüt'ü 4 bir yana bağlayan toz-yollar bakımsız... Ertuğrul Gazi Türbesi, sanki eylül kutlamalarını beklercesine münkesir-garib... Dahası, Söğüt'te geçmişle irtibatlı tek yapı-kalıntı yok. "Buralar elin olsa, neler yapmazlardı" demiştim. Çadırları, oba-otağlarıyla geçmişi bugünde yaşarlar, yaşatırlardı... Halbuki biz, Osmanlı'nın fikirde planlayıcısı, Söğüt toprağına dikilen "çınar"ın besmelesi Şeyh- Edebalî'nin "dergâh"ını, Dursun Fakı'nın "kadihane"sini ancak hâtıralarımızda canlandırabiliyorduk.
MEHMET KAHRAMAN VE...
Söğüt kutlamaları moda "festival" ağırlıklı gündelik şenliklerden-fikrî ağırlığa kiminle, ne zaman dönüştü? Sanırım, Erzurum'un Dadaş evlâdı Kaymakam Mehmet Kahraman'la...
İlk defa, Faruk Sümer, Turan Yazgan ve Ahmet Kabaklı'larla başlayan Osmanlı sempozyumları, Reşat Genç'lerle, Abdülhalûk Çay'larla -1 yıl inkıta dışında- işte bugünlere kadar geldi... Bu yıl -biri milletlerarası olmak üzere- 5'incisini kutlayacağımız ilmî toplantılar, Osmanlı ağacı gibi, Söğüt toprağından taşarak, inşallah bütün yurdu saracak...
"Söğüt" ün bize bir ayrı "müjde"si daha var: Söğüt ve Söğütlü'nün kutlamalarla, törenler dolayısıyla Söğüt'e akan misafirlerle bütünleşmesi... Söğüt sanki bir çadır, yerli-yabancı binlerce insan o tek çadırın altında bir aile... Kaymakamından -belediye başkanına; Millî Eğitim müdüründen-müftüsüne kadar...
Tek başına bu müjde bile, binlerce yıllık millet olma tecrübemizin yeniden yaşanması, yaşatılması değil midir?