Hamdi Mert :: hamdimert.com
Köşe Yazıları
SÖĞÜT MÜJDESİ - 8 Eylül 1989

Her yıl eylül ayını âdeta iple çeker olduk. Osman­lı ceddimizin beşiği; serpilip-geliştiği "Söğüt" toprağına yüz sürmek için... Buna o kadar alıştık ki, tatilimizi, seyahat programlarımızı yaparken "Söğüt" kutlamaları sanki bir ayar-taşı oldu. "Söğüt'ten önce, Söğüt'ten sonra" diye... Bizi tarihi­mize, millet-kültürümüze, hayat bulduğumuz mef­kuremize bağlayan bu "köşe" taşları, bu "ayar" taş­ları olmasa, acaba nice olurduk diye hep düşünü­rüm. Bizi "insan" yapan, bizi "millet" yapan kudret-eli, kaderimizi, hamurumuzu bu "mi'yar"larla dokumuş-yoğurmuş olmalı... Osmanlı'yı "Osmanlı" yapan ruh olmasa, nasıl ayakta kalırız ki!.. Osmanlılık, o bütünlük ruhu ki, "Arab"ı-"Acem"i, "Türk"ü, "Arnavut"u... 6 asır ayakta tut­muş... O "ruh"un mûlevves ellerde inkırazına kadar...

HEM FİKİR-HEM GÖSTERİ

Bu yıl 708'incisini yaşayacağımız ''Söğüt kutla­maları", hem "fikir", hem millî gösteri-şenlik-şölen biramda millî bir hadise... "Cirit", "kılıç-kalkan" gibi "nisyan"a terkedilmiş geleneksel oyunlar... Yö­rük çadırlarının; yörük-analar, yörük-bacılar, yörük ağalarının bizi 600 yıl gerilere götüren ihtişamı... Ertuğrul-Gazi ceddimizden, Hayme Ana'dan; Do­maniç yaylalarından gelen elçilerle Söğüt sokakla­rını, Söğüt tepelerini süsleyen tarih kervanı... İstanbul'dan bir yörük-ağası gibi inen M.Emin Alpkan ve çevresi; İrfan Atagün; hayr'ül-halef torun, evlâd-ı sultan Harun Osmanoğulları Beğ Efendi... Gözümüz-ruhumuz-gönlümüz o kadar alıştı ki, Söğüt bizsiz olur, fakat biz Söğüt'süz olamayız ar­tık... Olmamalıyız...

1 yıl, 2 yıl, 3 yıl önce Söğüt üzerine yaktığım ağıtları hatırlıyorum. Osmanlı'nın temellerinin atıldığı Söğüt toprağının yalınlığına-yalnızlığına yaktığım ağıtları... Şehir suyu yetersiz... Söğüt'ü 4 bir yana bağlayan toz-yollar bakımsız... Ertuğrul Gazi Tür­besi, sanki eylül kutlamalarını beklercesine münkesir-garib... Dahası, Söğüt'te geçmişle irtibatlı tek yapı-kalıntı yok. "Buralar elin olsa, neler yapmazlardı" demiştim. Çadırları, oba-otağlarıyla geçmişi bugünde yaşarlar, yaşatırlardı... Halbuki biz, Osmanlı'nın fikirde planlayıcısı, Söğüt topra­ğına dikilen "çınar"ın besmelesi Şeyh- Edebalî'nin "dergâh"ını, Dursun Fakı'nın "kadihane"sini an­cak hâtıralarımızda canlandırabiliyorduk.

MEHMET KAHRAMAN VE...

Söğüt kutlamaları moda "festival" ağırlıklı gün­delik şenliklerden-fikrî ağırlığa kiminle, ne zaman dönüştü? Sanırım, Erzurum'un Dadaş evlâdı Kay­makam Mehmet Kahraman'la...

İlk defa, Faruk Sümer, Turan Yazgan ve Ahmet Kabaklı'larla başlayan Osmanlı sempozyumları, Reşat Genç'lerle, Abdülhalûk Çay'larla -1 yıl inkı­ta dışında- işte bugünlere kadar geldi... Bu yıl -biri milletlerarası olmak üzere- 5'incisini kutlayacağı­mız ilmî toplantılar, Osmanlı ağacı gibi, Söğüt top­rağından taşarak, inşallah bütün yurdu saracak...

"Söğüt" ün bize bir ayrı "müjde"si daha var: Söğüt ve Söğütlü'nün kutlamalarla, törenler dolayısıyla Söğüt'e akan misafirlerle bütünleşmesi... Söğüt san­ki bir çadır, yerli-yabancı binlerce insan o tek çadı­rın altında bir aile... Kaymakamından -belediye baş­kanına; Millî Eğitim müdüründen-müftüsüne kadar...

Tek başına bu müjde bile, binlerce yıllık millet olma tecrübemizin yeniden yaşanması, yaşatılması değil midir?