İslâmiyet "Barış" dinidir. İslâm Dini'nin insanları ulaştırmak istediği en önemli "Hedeflerden biri barıştır.
"İslâm" kelimesinin bir mânâsı da "BARIŞ HALİNDE OLMAK"tır. Müslüman kimse, önce Allah'a, sonra kendine, en sonunda topluma ve insanlığa karşı barış halinde olan kişidir.
"Allah'a karşı barış halinde olmak", O'nun emirlerini kabul etmek, O'na ve indirdiklerine inanmak, gösterdiği yoldan yürümek demektir. Allah'a inanan; O'nun emrettiği şekilde yaşayan insan, Allah'a karşı barış halinde insandır.
"Kendine karşı barış halinde" olmak, dengeli, dürüst bir hayat sürmek demektir, ölçülü yaşayan, dürüstlük prensibinin kutsiyetini kendi iç dünyasında yaşatan insan, kendine karşı barış halinde insandır.
"İnsanlığa karşı barış halinde" olmak ise çevreye kötü örnek olabilecek davranışlardan kaçınmak, topluma yararlı işler yapmak, insanlarla kardeş gibi yaşamaya çalışmak demektir. Elinden, dilinden ve davranışlarından insanların "Emin" olduğu kimse, insanlığa karşı barış halinde olan kişidir.
Allah'ın emrettiği imân esaslarına inanan insan, bu inançlarla çelişki teşkil edecek davranışlardan kaçınmalı, huzursuzluk, karamsarlık, hırçınlık, kin ve intikam gibi zaaflardan kurtulmalıdır. İç huzura ve vicdan tatminine ulaşmak ancak bu suretle mümkün olur.
Müslümanların gayr-ı müslimlerle münasebetlerinde bile esas olan "Barış"tır. İslâmiyet'te savaş, kan dökmek için değil İslâmiyet'i tebliğ ve Müslümanların emniyetini sağlamak için yapılır.
"Müslümanları ve Müslümanların topraklarını düşmanın taarruzundan korumak ve esaret altına girmemek", "İnsanlar arasında güvenliği kurarak din ve vicdan hürriyetini sağlamak", "Zayıfları ve güçsüzleri zalimlerin zulmünden kurtarmak" İslâmiyet'te savaşın haklı gerekçeleridir. Bunlar "Meşru Müdâfaa" ile izah edilebilecek sebeplerdir.
Asr-ı Saadet ve bunu takibeden "Hulefâ-i Râsidin" devrinde yapılan savaşların hangisi bu maksadın dışında kalır?
"Bedir", "Uhud", "Hendek" ve diğerleri hep savunma savaşlarıdır.
Müslüman milletimizin tarihteki savaşlrı da bu espriye uygundur. Niğbolu, Kosova ve Varna'dan İstiklâl Savaşımıza kadar bütün savaşlarımızda "Meşrû Müdâfaa" haklı sebebi vardır.
Malazgirt Zaferi'nden sonra mağlûp ordu ve kumandanına barış eli uzatılmış, İstanbul'un fethinden sonra Bizans halkına milletimizin tarihi müsamahası sergilenmiş, 30 Ağustos Zafe-ri'nden sonra istilâcı ordunun kumandanına güler yüz gösterilmiştir.
Cenâb-ı Hakk Bakara Suresi'nin 208. âyetinde inananlara sulh çağnsı yapmakta ve şöyle buyurmaktadır:
"-Ey imân edenler! Hep birden barışa girin.'.."
Aynı surenin 224'üncü âyetinde de barış emri te'yid edilmektedir:
"-İnsanlaniı arasını düzeltmeniz, günâhtan sakınmanız ve iyi olmanız için Allah'a yaptığınız yeminleri engel kılmayın!.. Allah herşeyi işitir ve bilir."
"Sulh hayırdır" âyetinde ise, her işimizde "sulh"u tercih etmemiz bildirilmektedir.
Bu sebeple "Yurtta ve Cihanda Sulh" dinimizin de emridir.
Yurtta ve cihanda sulh halinde olmak, güçlü bulunmaya bağlıdır. Sulh ve sükûn istiyorsak, devlet olarak güçlü olmaya mecburuz. "Güçlü Devlet" olmak, dışarıdan yapılacak saldırılar için caydırıcı bir sebeptir. İçeride ve dışarıda sulh istiyorsak, "en güçlü" olmaya mecburuz:
"Gücünüz yettiği kadar kuvvet hazırlayınız!" âyeti bunu âmirdir.
"Düşmana düşmanın silâhı ile mukabele ediniz!" hadisi bunu tavsiye buyurur.
Bu sebeple cephede de, cephe gerisinde de güçlü olmak, sulh ve sükûnu sağlamak üzere her zaman hazırlıklı bulunmalıyız.
En etkili barış, kuvvetli olmaktır.
Barışı prensip edinen Peygamberimiz, yaşayışında hep sulh istemiş, fakat bunu sağlamak üzere, hep savaşa hazır olmuştur.
Biz de Peygamberi örnek edinen bir ümmet olarak barışa talip olmalı, ancak bunu sağlamak üzere güçlü bulunmalıyız.
Zira inandığımız Müslümanlık, kendi iç dünyamızda da, çevremize karşıda daima "Sulh" halinde, olmamızı emreden bir dindir.