Hamdi Mert :: hamdimert.com
Köşe Yazıları
İSLAMİYET BARIŞ DİNİDİR - 24 Eylül 1982

İslâmiyet "Barış" dinidir. İslâm Dini'nin insanları ulaştırmak is­tediği en önemli "Hedeflerden biri ba­rıştır.

"İslâm" kelimesinin bir mânâsı da "BARIŞ HALİNDE OLMAK"tır. Müslüman kimse, önce Allah'a, sonra kendine, en sonunda topluma ve insan­lığa karşı barış halinde olan kişidir.

"Allah'a karşı barış halinde olmak", O'nun emirlerini kabul etmek, O'na ve indirdiklerine inanmak, gösterdiği yol­dan yürümek demektir. Allah'a inanan; O'nun emrettiği şekilde yaşayan insan, Allah'a karşı barış halinde insandır.

"Kendine karşı barış halinde" olmak, dengeli, dürüst bir hayat sürmek de­mektir, ölçülü yaşayan, dürüstlük prensibinin kutsiyetini kendi iç dünya­sında yaşatan insan, kendine karşı ba­rış halinde insandır.

"İnsanlığa karşı barış halinde" ol­mak ise çevreye kötü örnek olabilecek davranışlardan kaçınmak, topluma ya­rarlı işler yapmak, insanlarla kardeş gibi yaşamaya çalışmak demektir. Elin­den, dilinden ve davranışlarından in­sanların "Emin" olduğu kimse, insanlı­ğa karşı barış halinde olan kişidir.

Allah'ın emrettiği imân esaslarına inanan insan, bu inançlarla çelişki teş­kil edecek davranışlardan kaçınmalı, huzursuzluk, karamsarlık, hırçınlık, kin ve intikam gibi zaaflardan kurtulmalı­dır. İç huzura ve vicdan tatminine ulaş­mak ancak bu suretle mümkün olur.

Müslümanların gayr-ı müslimlerle münasebetlerinde bile esas olan "Barış"tır. İslâmiyet'te savaş, kan dökmek için değil İslâmiyet'i tebliğ ve Müslü­manların emniyetini sağlamak için ya­pılır.

"Müslümanları ve Müslümanların topraklarını düşmanın taarruzundan korumak ve esaret altına girmemek", "İnsanlar arasında güvenliği kurarak din ve vicdan hürriyetini sağlamak", "Zayıfları ve güçsüzleri zalimlerin zul­münden kurtarmak" İslâmiyet'te sava­şın haklı gerekçeleridir. Bunlar "Meşru Müdâfaa" ile izah edilebilecek sebepler­dir.

Asr-ı Saadet ve bunu takibeden "Hulefâ-i Râsidin" devrinde yapılan sa­vaşların hangisi bu maksadın dışında kalır?

     "Bedir", "Uhud", "Hendek" ve di­ğerleri hep savunma savaşlarıdır.

Müslüman milletimizin tarihteki sa­vaşlrı da bu espriye uygundur. Niğbolu, Kosova ve Varna'dan İstiklâl Sava­şımıza kadar bütün savaşlarımızda "Meşrû Müdâfaa" haklı sebebi vardır.

Malazgirt Zaferi'nden sonra mağlûp ordu ve kumandanına barış eli uzatıl­mış, İstanbul'un fethinden sonra Bi­zans halkına milletimizin tarihi müsa­mahası sergilenmiş, 30 Ağustos Zafe-ri'nden sonra istilâcı ordunun kuman­danına güler yüz gösterilmiştir.

Cenâb-ı Hakk Bakara Suresi'nin 208. âyetinde inananlara sulh çağnsı yap­makta ve şöyle buyurmaktadır:

"-Ey imân edenler! Hep birden barışa girin.'.."

Aynı surenin 224'üncü âyetinde de barış emri te'yid edilmektedir:

"-İnsanlaniı arasını düzeltmeniz, gü­nâhtan sakınmanız ve iyi olmanız için Allah'a yaptığınız yeminleri engel kıl­mayın!.. Allah herşeyi işitir ve bilir."

"Sulh hayırdır" âyetinde ise, her işi­mizde "sulh"u tercih etmemiz bildiril­mektedir.

Bu sebeple "Yurtta ve Cihanda Sulh" dinimizin de emridir.

Yurtta ve cihanda sulh halinde ol­mak, güçlü bulunmaya bağlıdır. Sulh ve sükûn istiyorsak, devlet olarak güç­lü olmaya mecburuz. "Güçlü Devlet" olmak, dışarıdan yapılacak saldırılar için caydırıcı bir sebeptir. İçeride ve dışarıda sulh istiyorsak, "en güçlü" ol­maya mecburuz:

"Gücünüz yettiği kadar kuvvet hazırlayınız!" âyeti bunu âmirdir.

"Düşmana düşmanın silâhı ile muka­bele ediniz!" hadisi bunu tavsiye buyu­rur.

Bu sebeple cephede de, cephe gerisin­de de güçlü olmak, sulh ve sükûnu sağ­lamak üzere her zaman hazırlıklı bulun­malıyız.

En etkili barış, kuvvetli olmaktır.

Barışı prensip edinen Peygamberi­miz, yaşayışında hep sulh istemiş, fakat bunu sağlamak üzere, hep savaşa hazır olmuştur.

Biz de Peygamberi örnek edinen bir ümmet olarak barışa talip olmalı, ancak bunu sağlamak üzere güçlü bulunmalı­yız.

Zira inandığımız Müslümanlık, kendi iç dünyamızda da, çevremize karşıda daima "Sulh" halinde, olmamızı emre­den bir dindir.