Okul ve okul dışı eğitimi, bir milletin millet olarak kalmasının başlıca teminatı olsa gerekir.
İnsanoğlunun diğer canlılardan farkı, “Akıl” nimeti değil midir? Aklın bir ilâhî nimet oluşu, insanın yaşayışına tertip (ve düzen) vermesindendir. “Akıl” denilen bu ilâhî âtıfet ve imtiyaz, kendisine başvurulan bir “Mi'yar” değilse, insanın diğer varlıklardan ne farkı kalır?... C.Hakkın “Tin Süresi”ndeki hikmetli hükmü de, herhalde budur:
“Yemin olsun ki, biz insanı en güzel şekilde yarattık. Sonra onlardan bazılarını, işledikleri, yüzünden aşağıların da aşağısına indirdik.”
“Akıl” deyiniz, “Eîğitim” deyiniz, işte ilâhî hüküm!..
Eskilerin “Ta'lim ve terbiye” dedikleri “Eğitim-öğretim”, şimdilerde mânâ ve esprisi üzerinde pek durulmayan, daha doğrusu hiç durulmayan mefhumlar haline geldi.
Bir yakın dost, bizi de “Maarifçi” saydığı için olacak, derinden üzüldüğünü söylediği bir tesbitini anlattı. Özet olarak şöyle:
“-Benim iki oğlum var. Birini, ailede dinini bilen, bize de öğreten birisi bulunsun diye imam-hatip lisesine verdim. Diğerini de, lisan bilsin, yurt içinde ve yurt dışında istediği üniversiteye girebilsin, çağın bilgileriyle mücehhez bulunsun, hattâ ne yalan söyleyeyim, yarın Türkiye'nin idaresinde de söz sahibi olsun diye, yabancı dille öğretim yapan bir koleje gönderdim. Şimdi ikisi de lise seviyesinde; ikisinin de not, karne ve sınıf geçme durumları iyi. Özellikle son yıl içerisinde çocukların birbirleriyle fikrî münakaşalar yaptıklarını farkettim. Şans oyunlarından tutun da, spora, musikiye, Ermeni ve azınlıklar meselesine, Türkiye'nin uzak ye yakın tarihine, dünya üzerindeki kalkınmışlık - kalkınmamışlık durumuna, kadar... çocukların, büyük adamlar gibi fikrî tartışmalar yapmaları, başlangıçta hoşuma da gitmedi değil. Fakat giderek dikkatimi çeken ve beni üzen bir şey oldu: Çocukların hayat tercihlerinde birbirleriyle 180 derece zıt farklılıklar var. Bunu farkedince, tartışmalarına zaman zaman ben de katıldım ve bir hakem gibi yanlışlarını düzeltmeye çalıştım. Anladım ki çocuklarda şimdilik inat yok, “Ben bunu bilmiyordum ki!.. Bize bunu öğretmediler ki, ne bileyim!?” gibi müsbet yaklaşımları bile oldu. Ve ileride bu bilmezlik, karakter oluşumunda müessir olursa!..”
Ben kendisini “Delikanlılık çağıdır, tartışma psikolojisidir” diye teskin etmeye çalıştım ama, itiraf edelim ki, bir babanın, çok azımızda bulunan “Baba” olma meşguliyetine dayalı endişesi işte bu!..
Aslında Türk insanının en az birbuçuk yüzyıllık dramı bu... Eğitimde farklılık, köksüzlük, yozlaşma. Peyami Safa'nın “Fatih Harbiye”sinde, Necip Fazıl'ın “Ahşap Konak” ve “Muhasebe”sinde işlenen konu da bu!.. Aynı ülkede, aynı şehir, kasaba veya köyde, aynı apartmanda, hatta aynı ailede, birinin “Ak” dediğine, diğerinin “Kara” dediği iki ayrı kafa, iki ayrı yetişme tarzı, iki ayrı kültür...
Fikir ve kanaatlarda farklılık olur, olmalıdır da... Ama teferruat konularında... Biri Türk tarihini “Eli sopalı, gözü dönmüş adamlarla kapkara” tasvir eder, diğeri aksini savunursa; biri “Cihanşümul bir Türk kültürü (mimarisi, musikîsi, edebiyatı) bulunmadığını” iddia eder, diğeri kendini bunun zıddını isbata mecbur sayarsa işte, iki ayrı nesil, işte iki ayrı karakter!.
Kimse kimseyi şartlandırmasın. Bu doğru ama, tarihî ve aktüel gerçekleri bir “Millî eğitim” mi'yarı ile öğrettikten sonra değil mi?..
Sahi biz “Türk Tarihi”ni hâlâ eli sopalı adamlar, rüküş manzaralarla mı okutuyoruz çocuklarımıza?.. Öyle olmalı ki, bir başka baba da bundan yakınıyor:
“-Şehrimizde Cumhuriyet Müzesi adıyla bir müze açıldı. Biri ilk, diğeri ortaokulda okuyan çocuklarımı iki yanıma alıp, müzeyi gezdirmek istedim. Arzu ettim ki, geçmişin iftihar ve gurur günlerini görsünler, bugünleriyle övünsünler. Heyhat, girdiğimiz ilk salonda bizi din adamı kılıklı bed adamların uzun sopaları, falakalar, çirkin padişah figürleri karşıladı. Daha ileriye gitmek istemedim, çocuklarımı alıp âdeta kaçtım.
Taze, körpe dimağlara olumsuzluklar, kara görüntüler yerine tarihimizin ışıklı, aydınlık yönlerini okutsak olmaz mı?..”
Bu haklı itirazı duyunca, “Atatürk'ün doğumunun 100'üncü yılının kutlanması” programlarıyla ilgili olarak televizyonda yayınlanan bir konuşmayı hatırladım. Bir emekli bayan öğretmen, şunları anlatıyordu:
“Cumhuriyet Bayramı törenleri sebebiyle, öğrencilerimle birlikte Çankaya'da Paşa'nın huzuruna çıkmış, öğrencilerime şiirler okutmuştum. Şiirlerinden birinde, padişahları kötüleyen bir ifade vardı. Rahmetli Atatürk bu ifadeleri duyunca rahatsız oldu, kaşlarını çattı, öğrencileri dışarıya çıkarmamı işaret etti. Çocuklar çıkınca, bana şunları söyledi: “Çocuklara, ecdada niçin hakaret ettiriyorsunuz? Onlar kendi devirlerinde yapabileceklerini yaptılar. Geçmişi kötülemekte ne fayda var!?”
Aramızda bu ikaza muhtaç bulunmayan kaç kişi kaldı bilmiyorum. Kimleri kimlere küfrettirmedik, neleri nelere düşman etmedik ki?..
Hâlâ “eğitim” mi, “öğretim” mi, ona bile karar vermiş değiliz...
Eğitim-öğretimde üslûp birliği, “Millî”lik sağlanmadan, hiçbir yere varamayacağımız bilinmiyor.
Aynı okulda öğretmenlerden biri sağı, diğeri solu gösterirse; derslerden birinde öğretileni diğer ders yalanlarsa; ailede öğretileni okul, okulda öğretileni aile, sokak veya sosyal çevre çocuğun elinden geri alırsa bu öğretimden ne beklenir?..
Her şeyden önce okul ve okul dışı eğitimdeki bu çarpıklıklar önlenmelidir!..
Kalkınma da, mitli bütünlük de, “çağdaşlık” denilen şey de buna bağlıdır.