Hamdi Mert :: hamdimert.com
Köşe Yazıları
“ANA” İMAJI TAHRİP EDİLİYOR - 9 Haziran 1989

Müslüman-Türk geleneğinde bir "Ana" imajı vardı. Kutsi bir imajdı... "Vatan" gibi, "Yurt" gibi... "Oba", "Otağ", "Soy" gibi... Semalardan, uzaklardan, derinlerden gelen bir mana, bir kutsiyet, bir ulviyet vardı "Ana"da... "Cennet" denilen ebedi mükâfat onun eli al­tında, rızası tahtında idi... Ağzı dualı; eli, dili bereketli bir "Ana" ki, başka bir misal ile anlatmak, başka bir varlığa eş tutmak zordu...

Şimdi filmlerde, televizyon dizilerinde "Al­kolik" analar; çocuklarının gözü önünde evi­ne yabancı erkekler alan, yatak odasında onun­la sabahlayan dişiler tasvir, teşhir ediliyor... Yanlış, ne kadar yanlış?!.

Müslüman-Türk geleneğinde halâ yaşayan "Namus" abidesi; İstiklal Harbi'nde, omuzunda cepheye cephane taşıyan "Kahraman"lık timsali; çocukları için saçını süpürge eden; ye­meyen, yediren, giymeyen, giydiren "Fedakâr"lık örneğini bu hale mi getirdik? Yazık, çok yazık!.

"Ana gibi yâr, vatan gibi diyar olmaz" demişiz... Kan dökerek, can vererek kurtardı­ğımız; sanki "İman"ımızdan bir unsur gibi sev­diğimiz vatanımıza onun adını; "Ana-Dolu" adını vermişiz... "Ana"larla dolu olduğunu söy­lersek, daha çok sevilir demek istemişiz...

Avrupa'da kadın bir şehvet, bir zevk vası­tasıdır. Hayrettir, Avrupa'lı kadın da, kendisi­ne bu gözle bakar. Çaptan düştüğü zaman ise, bir kenara atılır, bunalımlara düşer. Avrupa'lı bunun da çaresini bulmuş, bu iş için özel yurt­lar, eğlenceler icadetmiş... Fakat "Yaşlan­mak", çaptan düşmek, işe yaramaz olmak, yine de Avrupalı icadının kâbusudur...

Müslüman-Türk geleneğinde kadın, yaşlan­dıkça daha çok kıymetlenir. Evimizin başköşesinde ihtimamla baktığımız "Dua Ağacı"mızdır. Ağzı dualı, eli tesbihli "Ana"mız, baştacımızdır. Eli öpülmeden, duası alınmadan eşik­ten dışarı çıkılmayan, duası makbul, "İntizar"ından korkulandır... Yanında yüksek sesle konuşulmayan, odasının önünde ayakucuna basılarak geçilendir... Yaşlı analar, nur yüzlü ni­neler sadece evimizin değil; mahallemizin, çevremizin "Yüm"ü, bereketidir. Genci "Ana-baba bir bacı"; "Dünya-ahiret kar­deş"; yaşlısı ise Peygamberler, veliler, kuman­danlar yetiştiren "Ana"dır...

Şimdi, şu filmlerde, yabancı dizilerde teş­hir edilen orta-malları, bu "Ana"; bu "Bacı"; bu "Kardeş"ler midir?

Bu filmler, bu diziler, bizim yaştakilere hiç mi hiç tesir etmez... Bu doğru. Hatta, tepkimizi, reaksiyonumuzu takviye eder, kuvvetlendi­rir...

Ya yeni yetişenlerimiz?!. Üç yaşındaki, beş yaşındaki yavrular?!. Bu filmleri, bu dizileri seyrederek büyüyenler, yetişenler?!. Bu filmler­den, bu dizilerden başka birşey öğretemediklerimiz?! Bu filmlerin, bu dizilerin körpecik zihin­lerinde yaptığı tahribatı silemediklerimiz!..

İnsanoğlunda, başka varlıklarda bulunma­yan bir hususiyet, kabiliyet var: "Taklit", "Özenme", "Benzeme" isteği... Bu, ilmi; pedogojik; sosyo-psikolojik bir realite... Bundan kaçınılmaz!..

Korkumuz bu!..

Müstehcen neşriyat, müstehcen ve ayıp sahnelerle dolu filmler, diziler, bugün farkedilmiyor ama, yarınlarımız için biteviye felaket ağ­larını örmeye devam ediyorlar...

Kimsede kötü niyet aramaya mezun deği­liz. İlgili yöneticiler, patronlar, mutlaka bizim kadar, bizden de çok vatanperver kimselerdir. TRT üst yöneticileri için, bu hüsn-ü tabir ve tasvirimi rahatlıkla söylüyorum...

Televizyonda program, senaryo, film açlı­ğı var. Bir eseri oyun, film haline getirmek ve ortaya koymak öyle kolay bir iş değil... Millet olarak, kamuoyu olarak bizim de kusurumuz var!

Niçin var?. Bir defa, reaksiyonumuzu ya­zıya, resmiyete dökmüyoruz... Saniyen, uzun süre çocuklarımızı okutmamışız. Okutmaya başladıktan sonra da okula kerhen göndermiş, klasik usullerin dışına çıkmamışız... Yapımcı, senarist, yazar-çizer yetiştirmemişiz... San'at olaylarından daima ve bilerek, suret-i mahsusada uzak durmuşuz. Bizim de bir san'atımız, musikimiz, oyunlara-filmlere tükenmez kaynak olabilecek tarihimiz, nakışımız, millî zevklerimiz, milli eğlence usullerimiz olduğunu birtürlü akıl etmemişiz...

Bugün bir TARIK BUĞRA, Yücel ÇAK­MAKLI birkaç eserle, milletin gönlünde taht kuruverdiler... Bunların emsalini nedense yetiştir­memişiz... Bu bizdeki kusur.

Madalyonun öbür tarafına gelince: Film ha­line, dizi-film haline getirilebilecek nice hazinelerimiz var: Sepetçloğlu'nun ve daha nicelerinin... Bunlar sahneleninceye kadar ise, yabancı dizilere ekranlarımızı bu kadar teslim etmeye ne mecburiyetimiz var?!

Avrupa bunun acısını dün çekmiş, yarın da çekecektir. Milletler, kutsallarla ayakta durur­lar. İnsan cemiyetlerini, hayvan toplulukların­dan ayıran, işte bu kutsiyetler, bu ulviyetlerdir. İnsanlık, "Aile" dediğimiz; "Irz", "Namus" dediğimiz müşterek değerlere yüzyılların, bin-yılların tecrübeleriyle; Peygamberlerin, velile­rin tebliğteriyle gelebilmiştir. Kadını "Ana", anayı baştacı, gönül-tacı, ailenin direği, namu­sumuzun bekçisi, çocuklarımızın muallimesi yapan, bu müşterek değerlerdir.

"Beşiği sallayan el, dünyaya hükme­der!" Bu imajı tahrip etmeye devam edersek, yarın sadece çoluk-cocuğumuza değil, kendi kendimize de hükmedemez oluruz...