Hamdi Mert :: hamdimert.com
Köşe Yazıları
Dini Hizmet - Din Eğitimi ve Partiler Politikası - 16 eylül 1976

Haber Bülteni

Dini Hizmet - Din Eğitimi ve Partiler Politikası

Dinî hizmet, cami temizliğinden fetvaya kadar, müslümanların dini ihtiyaçlarına cevap veren bütün vazifelerin adıdır. Bu hizmeti bir din görevlisi olarak yapan herkes, is­ter maaşlı olsun ister fahrî, sırf Allah rızası için yapmaya niyyet etmiş bulunacaktır. Bu hizmetler Allah rızasından başka bir maksatla meselâ para için, meselâ şahsî veya si­yasî bir nüfuz sağlamak için yapılmamalıdır. Aksi takdirde önce namaz gibi bazı ibadetlerin -imamın şahsında- batıl olması, saniyen karşılığında sağlanan kazancın haram olması neticesini doğurur.

Dinî hizmet (Müezzinlik, imamlık, vaizlik, müftülük...), bilinen manası ile “iş” tarifine girmez. Dolayısıyla para ve­ya sair menfaatlar için yapılamaz. Allah rızası için yapılır. Mesaisini bu hizmete bağladığından ötürü de geçimine medar olmak üzere görevlinin maaş alması caiz olur. Dinî hizmet erbabı, mihrabda da minberde de fetva makamında da bizzat Hz. Peygamber (s.a.v.)'in varisi ve vekilidir. Bu sıfatla Peygamberane bir ahlâk ve tavra sahip olmak mecburiyetindedir. Muhataplarını sırf dine, dinin gereklerine çağıracak, kendisine şahsî menfaat sağlamak şu veya bu siyasî veya başka gruba nüfuz sağlama gibi bir harekete tevessül etmeyecektir.

Din eğitimi, dinî hizmetin bir şubesidir. Gayesi, öğrenmek isteyenlere dinî öğretmektir. Burada da gaye çok iyi tesbit edilmelidir: DÎNÎ ÖĞRETMEK. Din eğitimcisi, görevi icabı olan dinî öğreteceği yerde veya bunun yanında, muhatabını şu veya bu siyasî veya başka gruba menfaat sağlamaya teşvike heves etmeyecektir.

Gerek dinî hizmet, gerek din eğitimi, muhatabına sunmak için konu olarak dinî yeterli bulacak, bunun dışında kalan her türlü siyasî veya başka grupların dışında ve üstünde kalmasını, tutmasını bilecektir. Böyle olduğu takdirde bir dinî hizmet erbabı veya din eğitimcisi partiler demokrasisi ile yönetilen ülkemizde, siyasî tercih ve kanaati ne olursa olsun her müslümanın müezzini, imamı, vaizi, müftüsü, öğretmeni... olabilecek; onların tamamına dinî hizmet sunabilecek mevkide olacaktır. Dinî anlatabilecektir.

Buraya kadar konunun müsbet yönünü sunmaya çalıştık. Şimdi de aksine bir tutumun olumsuz sonuç­larını görüşelim :

1 - Şayet dinî hizmet erbabı ve din eğitimcileri ve bunların bağlı bulundukları ve hizmet verdikleri kurumlar (Diyanet İşleri Başkanlığı, camiler, okul­lar, meslek kuruluşları...) siyasî grupların dışına çe­kilemez, üstüne çıkarılamazsa hizmet, partili partisiz herkesin olan DİN gibi ulvî bir konuya ait olmaktan çıkacak, sayısı ne olursa olsun muayyen bir siyasî veya başka gruba ait olacaktır. Hizmet, dinî hizmet olmaktan çıkacak, siyasî faaliyet haline gelecektir.

Bir dindar için siyasî faaliyet suç mudur? Ke­sinlikle hayır! Ama, dinî hizmet erbabı için suçtur. Di­nen suçtur. Dinî hizmet erbabı, bu hizmette kaldığı müddetçe, partiler politikası veya gruplar çekişmesi anlamındaki siyasetten perhiz etmek zorundadır. Bu perhize dayanamayan, dinî hizmet sahasından ayrılıp siyasî faaliyet sahasına atılmasını bilmek durumundadır.

2 - Din sebebine bağlı olarak siyasî tartışma zeminine girilmesi zaruri olarak, kelam münakaşasının en sorumsuzunu yapmaya vardıracaktır. Artık taraflar yekdiğerini din dışı ilân etmek için açık ara­yacak ve fırsat kollayacaktır.

Halbuki İmam-ı Azam, oğlu Hammad'ı ilmî manadaki kelam tartışmasından bile menetmiş; kendi­sine, “-Siz kelâm münakaşası yapıyorsunuz. Bize ni­çin izin vermiyorsunuz?” diye sorulduğunda :

“­-Biz münazara yaparken arkadaşımız kayıp düşecek yanılacak diye korkudan başımızda kuş var­mış gibi davranırdık. Siz ise münazara yapıyorsunuz ve arkadaşınızın düşmesini istiyorsunuz. Arkadaşının kayıp düşmesini isteyen, arkadaşını tekfir etmek isti­yor, demektir. Arkadaşını tekfir etmek isteyen ise ondan önce küfre düşer” diye cevap vermiş. İmam-ı Azam'dan menkul bu menkabe, ve öğüt, başka kaynaklarda biraz değişik şekilde şöyle görülmektedir:

Selefi salihin, kelâm münakaşalarına girince, mu­hataplarının imanını başlarında duran bir kuş olarak farzeder, o kuşun kaçmasına sebep olmaktan kork­tukları için kelimeleri seçerken çok ihtiyatlı davranır­lardı. Muhatabım, benim yüzümden kâfir olmasın diye korkarlardı.

Sonrakilerin   kelâm münakaşaları ise   tamamen muhatabı alt etme gaye ve gayretine yönelik olduğu için, muhatabın açığını bulup onu tekfir etmek, onlardan bazılarında kelâmın gayesi haline gelmiştir.

Bu karşılaştırmada İmam-ı Azam'ın tavrı, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in Buharide mevcut ve Ebu Zer'den mervî şu hadisi şerifin mazmununa bağlılığı gösteriyor:

“Hiç bir kişi başka bir kimseye bir fısk veya bir küfür isnad etme hakkına sahip değildir. Şayet isnad eder de isnad edilen kimse isnad edilen fıskın veya küfrün sahibi değilse, bu sıfatlar muhakkak isnad eden kimseye döner, (dokunur, kendisi fasık veya kâfir olur.)” Sahihi Buhari, C. 12, s. 149.

Olmayanı isnadın neticesi bu. İsnadın vakı'a mutabık olması takdirinde bile, bu kabil isnadlar, bir maksad-ı hayr'a matuf olmakla meşruttur. (Adı geçen eser 12/150).

Zamanımızda din unsurlu siyasî münakaşalarla, tarif edilen kelâm münakaşalarını karşılaştırırsak çok ibretli bir tablo ile karşılaşırız. Onun için:

Din görevlileri, din bilgisi öğretmenleri, dinî sebe­be bağlı olarak siyasî tercih tartışmalarına girmemek, bu sıfatlan üzerlerinde olduğu müddetçe, siyasî ka­naatleri ne olursa olsun hiç bir müslümanı dinin dı­şında veya karşısında göstermeye özenmemek zorundadır. Dinî hizmet erbabı, hiçbir siyasî guruba karşı bir tavır takınmıyacaktır. Lehine bir tavır takınamıyacağı gibi. O ancak dinden yana, hak gördüğü hareketlere sahip çıkacak, dine karşı, hakka karşı hare­ketlere de ona göre tavır takınacaktır.

Bir siyasî partinin bir işini beğenmek ile bir siya­sî partiyi bütünü ile tercih etmek mefhumlarını da karıştırmamak gerekmektedir.

İyi veya kötü bir icraatın karşısında her zaman haktan yana batıla karşı tavır, müslümanın borcudur.

Netice olarak, dinî hizmet erbabı, tarafsızdır ama, partilere karşı... Yoksa, hak karşısında tarafsız de­ğildir. Dinden ve hakdan yanadır.

Bu bir idrak ve şahsiyet meselesidir ki ulaşılma­sı ideal olmakla beraber kolay değildir.