EBU UBEYDESİ OLMAYAN DARGINLIK
Ümmetin Allah Resûlü'nden sonraki «İMAM»ı Hz. Ebûbekir (R.A.)in «BÜYÜK İRTİHAL»den sonra ortaya çıkan «ŞAŞKINLIĞI» gidererek «BİAT»ları kabul ettiği sırada «EHL-İ BEYT»ten Hz. Ali (R.A.)nin ümmet içinde olmadığı farkedildi.
Bir namaz vaktinde «MESCİD-İ NEBEVλde görülmeyen Müslümanın evine koşup sormaya alışan «ASHAB», Hz. Ali'nin de evine koştu ve hatır sordu.
Hz. Ali, «BÜYÜK İRTİHAL»in şaşkınlığını üzerinden atamayanlardandır ve faziletli eşi Hz. «FATIMA» (R.A.)nın başucundan kopamamaktadır.
Tarihin eşine az raslanır olaylarından olan «İRTİHAL-İ RESÛL»ün «DEFİN» merasimini takibeden ve saatlarla ifade edilen bu kısa sürede «EVLÂD-I RESÛL»ün normal üstü normal olan bu ye'si bile endişe ile karşılandı :
«ALLAH RESULÜ»nün «ÖLÜM»e teslim olabileceğine bir an için inanamayanlar, O'nun ye-rine bir «FÂNİ»nin geçebileceğinde de tereddüt etmektedirler.
Bu büyük emâneti kim yüklenebilir? Hz. Ebûbekir mi? Hz. Ali varken?
Ya Hz. Ömer? Hz. Resûlüllah'ın «Benden sonra Peygamber gelecek olsaydı bu, Ömer olurdu» buyurduğu...
İnce ruhlu; tedbirli; sâdık ve sıddîk Hz. Ebûbekir (R.A.), «BİAT»a lâyık görüldü. Ya Hz. Ali (R.A.) buna gönül koymuşsa?...
Allah'ın nefis bağı ile yarattığı ve nefsini yenmesi ölçüsünde değerlendirdiği insan zihninde birbirini takibeden sorular ve «YA ÖYLEYSE?» ile korkuya varan endişeler, Hz. Ali (R.A.)nin bir gün bir gece daha «MESCİD»e gelmemesi ile arttı.
Ebû Ubeyde (R.A.)nin aslında nefsî bir mülâhazası bulunmayan Hz. Ali (R.A.)yi Mescid'e ge-tirdiği ve «ÜMMET»in önünde Hz. Ebûbekir'e «BİAT»ını sağladığı söylenir, yazılır...
Büyük olayları, büyük insanların karşılayışları budur.
Büyük insanların büyük meseleleri atlatışları da böyledir.
«SAADET ASRI»ndan bu yana aynı temel inançta birleşen insanlar arasında, temel görüşü etkilemeyen teferruat konularında görüş ayrılıkları çıktığı görülmüştür, görülmektedir.
İslâm ve Osmanlı tarihlerinde bunun sayısız örnekleri vardır:
Ümmeye Ailesi ile Hz. Ali (R.A.) ve çocukları; bu iki taraf ile «HÂRİCλler arasında çıkan «FİTNE»de bir «EBÛ UBEYDE» çıkmadığı için Müslüman Müslümanın kanını akıtmıştır.
Yıldırım Beyazıt'ın çelebi çocukları Mehmet; Süleyman; İsâ ve Mûsâ etrafında toplanan «ÜMMET»in birbirinin kanını akıtmaları da bir Ebû Ubeyde çıkmayışındandır.
Osmanlı tarihinde her padişah değişikliğinde ortaya çıkma istidadı gösteren bu «ÜMMET KAVGASI», «ULEM»nın «FETV»sı ile çıkmadan önlenmiş veya bastırılmıştır.
Dikkat! Verdiği «FETVA» ile «ÜMMET»i brıştıran «ULEM»nın bugün ülkemizde «ÜMMET ARASINDAKİ KAVGAYA» taraf olarak girdiği görülmektedir. Yazık!...
Her çağın ayrı problemi varsa, çağımızın büyük problemi de budur!
Elinizdeki «BÜLTEN»in ilk sayısından bu yana her sayıda ele aldığı, fakat bir türlü «ÜMMETİN ICMÂI» haline getiremediği bu vakıanın «MÜESSİF» sonuçları ileride görülecektir.
«TEBLİĞ MÜESSESESİ», ayrı özellikleri olan bir müessesedir.
«TEBLİĞ NESLİ», «BÜTÜN»e taliptir. «KALKIN EY EHL-İ VATAN!» deyip, bütün bir milleti peşinden sürükleyen «ULEM», bugün kökü bidat; geleceği bidat olan «FIRKA»ların içerisinde birbirine «ATIŞ» yaparken «TOPLAYICI; SÜRÜKLEYİCİ; DİNLENİR» şahsiyetini de, «İTİBAR»ını da yitirmek üzeredir.
Yazıktır ki, çeyrek yüzyılı aşkın bir süredir, her dereceden «DİN OKULLARI»nda yetişen ve «DİN KÜLTÜRÜ»nü «ÇAĞIN BİLGİLERİ» ile besleyip tarihte görülmemiş bir «KÜLTÜREL ATILIM» aksiyonunu vadeden bu nesil içerisinden güçlü bir soluk çıkıp bu «MÜESSİF İNFİRAD» heveslerini kıramamıştır.
Nedendir bu!
Bu «ÜMMET» kurtuluşa lâyık ise, Ümmetin önderlerinin bid'atlara ve sokağa değil, «MİHRAB»a; «KÜRSÜ»ye; «MİNBER»e ve mesleğin hakkını vermeye «TALİP» olması gerekmez mi?
Büyük vilâyetlerin «MÜFTλlerinden başlayarak, İmam - Hatip Liselerinde okuyan körpe dimağlara kadar «İRŞAD KERVANI»nın bütününü sarma istidadı gösteren bu bid'at ne sârî bir hastalıkmış...
«BÜTÜN»ü bölen parçalara sahip çıkan ve parçalar arası rekabete; çekişmeye; kavgaya giren «TEBLİĞ NESLİ», rakip parçaları nasıl kucaklar?!...
Ey «KÜRSλde vazeden; «MİHRAB»ta namaz kıldıran; «MÜFTÎLİK MAKAMINDA» fetva veren! İlk zaman ve «ÂHİR ZAMAN»ın bu selîm akıllı tebliğcileri!
Parçalara değil, «BÜTÜN»e talip olunuz! «PARÇA»ların birleşmesi de, «BÜTÜN»ün kurtuluşu da buna bağlıdır.
Her grup, kendince «CİHAT» yaptığını savunduğuna göre, bu ne menem «CİHAT»tır?! Cihat, düşmana karşı yapılır. «ÜMMET» arasındaki pratik ayrılıklar konusunda cihat, gruplardan birine girerek diğerlerine saldırmak değil, bu grupları «BİRLEŞTİRMEK»; «BARIŞTIRMAK»tır.
Düşmana karşı «TOPLU CİHAT» yapabilmenin şartı da bu «İTTİHAD» ve «BARIŞ»tır.
Bir «GRUB»un varlığı kabul edilince, «BAŞKA GRUPLARIN» varlığı da tabiî ve kaçınılmaz olduğuna göre ey «VESİLE-İ HİDÂYET» nesil! Hidâyet kapısını mensup olduğunuz «FIRKA»nın dışında kalanlara kapatabilir misiniz?!...
«ÜMMETİN CAMİİ»; «ÜMMETİN MİHRABI» kendisine teslim edilenler!
Sadece «BEYTÜLLAHIN KAPlSI»nı değil, kalbinizin sevgisini ve kapısını da «ÜMMET-İ MUHAMMED»e açmak zorundasınız!
«TERCİH» ettiğiniz partinin; ekolün, diğer parti ve ekollerden farklı ve «İSLAMA YAKIN»; hattâ «İSLÂMIN T KENDİSİ» olduğunu söylemeyiniz bana! Bu konu tartışılabilir. Fakat söyler misiniz «HİDÂYETE ERENLERE»mi, «HİDÂYETE MUHTAÇ»lara mı talipsiniz? Bir grupta mevzilenip, diğer gruplara «BENİM GRUBA GEL» demekle «HİDÂYET» sağlanmaz..
Kul eseri fırkalara kul değil, bütün kullara ve bütün fırkalara «İMAM» olmak; önder olmak... Buna talip olunuz!
Allahım!
Dinini savunacak; ismini tutup kaldıracak, bu bir avuç nesildir! Kötü günlerden bugünlere bu nesli yetiştirmek ümidiyle geldik... Ümmeti birleştirecek; ümmeti barıştıracak olan bu nesli bölükpörçük dağıtma! Onlara «EBÛ UBEYDE»; «EBÛ MÛS» toplayıcılığı ver...
Bize bir «EBÛ UBEYDE» gönder!...
Yoksa...
Haber Bülteni - DİNİ HİZMET – DİN EĞİTİMİ VE PARTİLER POLİTİKASI
Dinî hizmet, cami temizliğinden fetvaya kadar, müslümanların dini ihtiyaçlarına cevap veren bütün vazifelerin adıdır. Bu hizmeti bir din görevlisi olarak yapan herkes, ister maaşlı olsun ister fahrî, sırf Allah rızası için yapmaya niyyet etmiş bulunacaktır. Bu hizmetler Allah rızasından başka bir maksatla meselâ para için, meselâ şahsî veya siyasî bir nüfuz sağlamak için yapılmamalıdır. Aksi takdirde önce namaz gibi bazı ibadetlerin -imamın şahsında- batıl olması, saniyen karşılığında sağlanan kazancın haram olması neticesini doğurur.
Dinî hizmet (Müezzinlik, imamlık, vaizlik, müftülük...), bilinen manası ile “iş” tarifine girmez. Dolayısıyla para veya sair menfaatlar için yapılamaz. Allah rızası için yapılır. Mesaisini bu hizmete bağladığından ötürü de geçimine medar olmak üzere görevlinin maaş alması caiz olur. Dinî hizmet erbabı, mihrabda da minberde de fetva makamında da bizzat Hz. Peygamber (s.a.v.)'in varisi ve vekilidir. Bu sıfatla Peygamberane bir ahlâk ve tavra sahip olmak mecburiyetindedir. Muhataplarını sırf dine, dinin gereklerine çağıracak, kendisine şahsî menfaat sağlamak şu veya bu siyasî veya başka gruba nüfuz sağlama gibi bir harekete tevessül etmeyecektir.
Din eğitimi, dinî hizmetin bir şubesidir. Gayesi, öğrenmek isteyenlere dinî öğretmektir. Burada da gaye çok iyi tesbit edilmelidir: DÎNÎ ÖĞRETMEK. Din eğitimcisi, görevi icabı olan dinî öğreteceği yerde veya bunun yanında, muhatabını şu veya bu siyasî veya başka gruba menfaat sağlamaya teşvike heves etmeyecektir.
Gerek dinî hizmet, gerek din eğitimi, muhatabına sunmak için konu olarak dinî yeterli bulacak, bunun dışında kalan her türlü siyasî veya başka grupların dışında ve üstünde kalmasını, tutmasını bilecektir. Böyle olduğu takdirde bir dinî hizmet erbabı veya din eğitimcisi partiler demokrasisi ile yönetilen ülkemizde, siyasî tercih ve kanaati ne olursa olsun her müslümanın müezzini, imamı, vaizi, müftüsü, öğretmeni... olabilecek; onların tamamına dinî hizmet sunabilecek mevkide olacaktır. Dinî anlatabilecektir.
Buraya kadar konunun müsbet yönünü sunmaya çalıştık. Şimdi de aksine bir tutumun olumsuz sonuçlarını görüşelim :
1 - Şayet dinî hizmet erbabı ve din eğitimcileri ve bunların bağlı bulundukları ve hizmet verdikleri kurumlar (Diyanet İşleri Başkanlığı, camiler, okullar, meslek kuruluşları...) siyasî grupların dışına çekilemez, üstüne çıkarılamazsa hizmet, partili partisiz herkesin olan DİN gibi ulvî bir konuya ait olmaktan çıkacak, sayısı ne olursa olsun muayyen bir siyasî veya başka gruba ait olacaktır. Hizmet, dinî hizmet olmaktan çıkacak, siyasî faaliyet haline gelecektir.
Bir dindar için siyasî faaliyet suç mudur? Kesinlikle hayır! Ama, dinî hizmet erbabı için suçtur. Dinen suçtur. Dinî hizmet erbabı, bu hizmette kaldığı müddetçe, partiler politikası veya gruplar çekişmesi anlamındaki siyasetten perhiz etmek zorundadır. Bu perhize dayanamayan, dinî hizmet sahasından ayrılıp siyasî faaliyet sahasına atılmasını bilmek durumundadır.
2 - Din sebebine bağlı olarak siyasî tartışma zeminine girilmesi zaruri olarak, kelam münakaşasının en sorumsuzunu yapmaya vardıracaktır. Artık taraflar yekdiğerini din dışı ilân etmek için açık arayacak ve fırsat kollayacaktır.
Halbuki İmam-ı Azam, oğlu Hammad'ı ilmî manadaki kelam tartışmasından bile menetmiş; kendisine, “-Siz kelâm münakaşası yapıyorsunuz. Bize niçin izin vermiyorsunuz?” diye sorulduğunda :
“-Biz münazara yaparken arkadaşımız kayıp düşecek yanılacak diye korkudan başımızda kuş varmış gibi davranırdık. Siz ise münazara yapıyorsunuz ve arkadaşınızın düşmesini istiyorsunuz. Arkadaşının kayıp düşmesini isteyen, arkadaşını tekfir etmek istiyor, demektir. Arkadaşını tekfir etmek isteyen ise ondan önce küfre düşer” diye cevap vermiş. İmam-ı Azam'dan menkul bu menkabe, ve öğüt, başka kaynaklarda biraz değişik şekilde şöyle görülmektedir:
Selefi salihin, kelâm münakaşalarına girince, muhataplarının imanını başlarında duran bir kuş olarak farzeder, o kuşun kaçmasına sebep olmaktan korktukları için kelimeleri seçerken çok ihtiyatlı davranırlardı. Muhatabım, benim yüzümden kâfir olmasın diye korkarlardı.
Sonrakilerin kelâm münakaşaları ise tamamen muhatabı alt etme gaye ve gayretine yönelik olduğu için, muhatabın açığını bulup onu tekfir etmek, onlardan bazılarında kelâmın gayesi haline gelmiştir.
Bu karşılaştırmada İmam-ı Azam'ın tavrı, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in Buharide mevcut ve Ebu Zer'den mervî şu hadisi şerifin mazmununa bağlılığı gösteriyor:
“Hiç bir kişi başka bir kimseye bir fısk veya bir küfür isnad etme hakkına sahip değildir. Şayet isnad eder de isnad edilen kimse isnad edilen fıskın veya küfrün sahibi değilse, bu sıfatlar muhakkak isnad eden kimseye döner, (dokunur, kendisi fasık veya kâfir olur.)” Sahihi Buhari, C. 12, s. 149.
Olmayanı isnadın neticesi bu. İsnadın vakı'a mutabık olması takdirinde bile, bu kabil isnadlar, bir maksad-ı hayr'a matuf olmakla meşruttur. (Adı geçen eser 12/150).
Zamanımızda din unsurlu siyasî münakaşalarla, tarif edilen kelâm münakaşalarını karşılaştırırsak çok ibretli bir tablo ile karşılaşırız. Onun için:
Din görevlileri, din bilgisi öğretmenleri, dinî sebebe bağlı olarak siyasî tercih tartışmalarına girmemek, bu sıfatlan üzerlerinde olduğu müddetçe, siyasî kanaatleri ne olursa olsun hiç bir müslümanı dinin dışında veya karşısında göstermeye özenmemek zorundadır. Dinî hizmet erbabı, hiçbir siyasî guruba karşı bir tavır takınmıyacaktır. Lehine bir tavır takınamıyacağı gibi. O ancak dinden yana, hak gördüğü hareketlere sahip çıkacak, dine karşı, hakka karşı hareketlere de ona göre tavır takınacaktır.
Bir siyasî partinin bir işini beğenmek ile bir siyasî partiyi bütünü ile tercih etmek mefhumlarını da karıştırmamak gerekmektedir.
İyi veya kötü bir icraatın karşısında her zaman haktan yana batıla karşı tavır, müslümanın borcudur.
Netice olarak, dinî hizmet erbabı, tarafsızdır ama, partilere karşı... Yoksa, hak karşısında tarafsız değildir. Dinden ve hakdan yanadır.
Bu bir idrak ve şahsiyet meselesidir ki ulaşılması ideal olmakla beraber kolay değildir.