Konuğumuz okuyucularımızın yakından tanıdığı Hamdi MERT... Sayın Mert şu anda Üniversite Mütevelli Heyet Başkanlığı “Yayınlar Genel Müdürü”... Yönettiği birimlerle sisteme yayınlar üretiyor. İlk sorumuz şöyle:
*Sayın Mert! Siz uzun bir süre Diyanet İşleri Başkanı Yardımcılığı yaptınız. Nereden aklınıza geldi bu yayıncılık?
Benim asıl branşım, hobim yayıncılık... Diyanette iken de öyle idi... Diyanet yayınları uzun süre bana bağlı kaldı... Bugün hâlâ neşredilmekte olan Diyanet Aylık Dergi’nin kurucusu, ilk Genel Yayın Yönetmeni benim. Tercüman Gazetesi’nde 10 yıl süreyle “Cuma Sohbeti” adı ile köşe yazıları yazdım. Basılmış 5 ayrı kitabım mevcut. Böyle olunca, emekli olduktan sonraki meşguliyetim de yayıncılık olmalıydı. Öyle oldu...
*Yayıncılık olunca da, Ahmet Yesevi sisteminde, Ahmet Yesevi adına olmalıydı mı demek istiyorsunuz?
Aynen öyle... davet aldım. Onur duydum. Sayın Namık Kemal ZEYBEK’in başında bulunduğu sistem içerisinde, verimli olacağımı düşündüm.
*Öyleyse, konumuzla ilgili ilk sorumu şöyle sorayım: Niçin Ahmet Yesevi? Sistemin adında, niçin bu misyon tercih edildi? Üniversiteye, kurulan vakıf ve birimlere hep “Ahmet Yesevi” adı verilmiş, niçin?
Bu çok yerinde soruyu 3 başlık altında cevaplandırmak mümkün: Niçin Ahmet Yesevi?!
TÜRKÇE ŞİİR GELENEĞİ
11. yüzyıl sonları ile 12. Yüzyıl başlarında, yani Ahmet Yesevi’nin bir ergin kişi olarak yaşadığı yıllarda, Türk okumuş ve aydınları edebiyat edebiyat dili olarak Farsça ve Arapça’ya yönelmişlerdi. Demek ki Sayın İlhan, bizim aydınımızın kendi öz kültüründen kaçması bugüne mahsus değiil. Bu hastalık geçmişte de varmış.
Müslümanlığa yeni girmeye devam eden yerleşmiş ve göçebe geniş halk kitleleri ise Farsça ve Arapça bilmiyorlardı.
Ahmet Yesevi, bir yetkin, ergin, aydın kişi olarak Farsça ve Arapçayı çok iyi bilmesine rağmen halka yöneldi, halkın dili ile konuştu. Geniş halk kitlelerinin anlayacağı sade Türkçe ile “Hikmet” denilen deyişlerini, şiirlerini inşad etti, söyleyip yazdı.
Türkçe ile şiir yazılamayacağını söyleyen, hatta kendisini ayıplayan o devrin aydınlarına ise aldırmadı... İslamiyet’in, yaşanan hayata dair insanî, ahlâkî pratiklerini kendine ait sade ifadelerle biteviye söyledi. Öyle ki, evlerde, sofalarda, sohbetlerde, pazarlarda, dergâhlarda, mescidlerde, ordugâhlarda, hângâh ve kervansaraylarda O’nun yüzlerce, binlerce beyti yazılır, okunur, söylenir; gereğince edilir, işlenir oldu... 10 binlere ulaştığı söylenen öğrencileri O’nun “Hikmet”lerini köylere, şehirlere, mezralara, kışlak ve yaylaklara taşıdılar. Bu şiirler, deyişler, öğütler, hikmetli sözler olarak özdeyişler halinde Türk ordularının gittiği heryere ulaştı. Bu sebeple, ölümünden sonra da Türkçe deyiş, şiir söyleme geleneği O'nun “Hikmet”lerinden esinlenen yeni ergin kişilerce devam ettirildi. Hacı Bektaş Veli’ler, Yunus Emre’ler, Hacı Bayram’lar, O’nun erginlik ve ermişlikte de; şiir, deyiş ve tebliğde de takipçileri oldular. Bu sebeple biz. Türkçenin bir edebiyat ve şiir dili olmasını Ahmet Yesevi'ye borçluyuz.
GÖÇEBE TÜRKLERİ, TÜRK KÜLTÜRÜ ETRAFINDA BİRLEŞTİRDİ
Ahmet Yesevi'nin bir diğer hizmeti de şu: Göçebe, gezgin Türk topluluklarını şiirleriyle, va'zlarıyla, hikmetli deyişleriyle Türk kültürü ekseninde bütünleşirdi.
Ahmet Yesevi, ilk Türk mutasavvıfıdır. O'nun şiir, deyiş ve hikmet dolu sözleri, gerçekte aslından saptırılmamış, saf, arı-duru Müslümanlığın, pratiğe dönük terennümü idi.
"Göçebe" Türk topluluklarının "yerleşik" hayata geçtikleri ve kitleler halinde İslâmiyete girmeye devam ettikleri bir dönemde, O'nun İslâmiyet'in bütünleştirici esaslarını, bağlayıcı, pratik ilkeler olarak toplumun en uç kesimlerine kadar yaygınlaştırması, yeni arayışlar içerisindeki geniş kitleleri, tek kültür odağında bütünleştirdi. O dönemin şartlarında bu gerekli idi ve bunu işte Ahmet Yesevi yaptı.
Sadece Maveraünnehir değil, Anadolu'da, Rumeli'de ve Balkanlar'da Türk varlığının yerleşmesinde, yerlileşmesinde ve kökleşmesinde en büyük hisse Ahmet Yesevi ve takipçilerinindir. Osmanlı Devleti’nin manevî kurucuları olan Şeyh Edebali'ler, Hacı Bektaş Velîler, Geyikli Babalar, O'nun temsilcileri ve takipçileridirler.
Hacı Bektaş-ı Veli'yi, Sarı Saltuk'u düşününüz... Ahmet Yesevi’nin "Diyarı Rum" denilen ve yeni fethedilmekte olan Anadolu'ya, el verip gönderdiği Hacı Bektaş Velî, Osmanlı Ordularının manevî yetiştiricisi oldu. O'nun aynı amaçla Balkanlar'a gönderdiği Sarı Saltuk, müslümanlığı Doğu Avrupa'da ve Balkan ülkelerinde kökleştiren gönü eri idi.
Prof. Dr. F. Köprülü'nün "Kolonizatör Türk Dervişleri'' deyimiyle dillendirdiği bu din/bilim kadroları, Türk ordularının manevî öncüleri oldular. Ordular bir bölgeye girmeden evvel o bölgeyi fethe hazırladılar; fetihten sonra ise bu bölge toplumlarına, girdikleri yeni kültürü özümsetecek öğreticiler; kültür taşıyıcıları oldular.
Tarihimizi, tarihimizin bu hassas dönemlerini hatırlayınız: XI. yüzyıldan itibaren Batıya yönelen uzun seferin bu manevî rehberleri “ahî” adını almışlar; aile hayatına, toplum hayatına, alışveriş ve ticarete ahlâk ve disiplin getiren ahlâk savaşçıları olmuşlardır. İş bölümü gereği kadınların aydınlanması yolunda gayret eden "bâcıyan" da bu gönül disiplininin ürünü. Boş arazileri yeşertmek ve canlandırmak, yolların güvenliğini sağlamak, gönüllerde inanç, zihinlerde bilgi ışığını çakmak; bu "gazi"lerin, “ahî”lerin, “bacı”ların kısaca gönül adamlarının gönüllü işi olmuştur.
Sayın İlhan, iddia ile söylüyorum; bugün Otaasya’dan-Kafkaslar’a, Doğu Türkistan'dan-Kazakistan'a, Anadolu'dan-Balkanlara Türk toplulukları arasında varolan dil ve kültür bütünlüğünü, tartışmasız Ahmet Yesevi temelinde odaklaşan bu gönül erlerine borçluyuz. Kısaca bugünümüzü onlara borçluyuz.
EHLİ SÜNNET’İ, O TEMSİL ETTİ
O'nun belki de öncekiler kadar önemli bir himmeti de, Müslümanlığı yorumu... Ahmet Yesevi, Kur'an ve sünnet temeline dayalı, saptırılmamış arı-duru müslümanlığın Türk kültürü ile bütünleşmiş yorumunun ilk temsilcisidir. Bazı yazar ve düşünürler tarafından doğru veya yanlış, “Türk Müslümanlığı” deyimiyle ifade edilen bu yorum, gerçekte İslâmiyet'in evrensel yorumudur.
İslâmiyet’i bir kabile, aşiret, bölge, kıta, hatta küre dini olmaktan ötelere taşıyan bu anlayışa göre;
İman ve ibadet şekilde, görünüşte kalmamalı; kişinin ve toplumun pratik hayatına ve ahlâkına yansımalıdır. Pratik hayata aksetmeyen inanç ve ibadetin kişisel hayatı ve toplum hayatını yüceltici bir fonksiyonu yoktur. Allah yanında fazilet ve makbuliyeti de yoktur.
Kişinin Müslümanlığı riyasız, maddî menfaat gözetmeyen müslümanlık olmalıdır. Gündelik siyasetten, ticaretten, maddî-manevî kişisel çıkardan azâde bu içtenlikti müslümanlık, Kur'an ifadesiyle “ihlâs” adını alır. İhlâssız ibadet, cansız, ruhsuz ceset gibidir.
"İnsan sevgisi", "insana hizmet", İslâmiyet'in emridir. Zira insan, Yaradan’ın yeryüzündeki temsilcisi ve O'nun kuvvelerinin bir özetidir. İslâmiyet'in amacı, insanın huzur ve mutluluğudur.
Dil, din, renk, cinsiyet farkı gözetmeksizin tüm insanlara, tatlı dil, güleryüz ve hoşgörü ile yaklaşmak Hz. Peygamberin tebliğine muhatap olma müşterekliğinin gereğidir. O, bu gerçeği "Sünnet imiş kâfir de olsa insanı incitme. Katı kalpli ve kalp incitici olanlardan Allah şikayetçidir" diye ifade eder.
Sayın İlhan, bunlar, Ahmet Yesevi’nin İslâmiyet'in temel esaslarından anladıkları ve yorumları... Dahası, bunları, hayatında bizzat uyguladığı gibi, sayılan 10 binlerle ifade edilen talebelerini, gezgin Türk boyları arasına göndererek, Türk topluluklarını aynı İslâmiyet anlayışında; İslâmiyet'in sağlıklı yorumunda birleştirdi, bütünleştirdi. Anadolu'nun Türkleşmesinde - Müslümanlaşmasında Türk kültürünün Balkanları aşarak Orta Avrupa'ya kadar yayılmasında Ahmet Yesevi takipçilerinin yani aynı üslûp ve misyonun rolü var... Şimdi sorunuzun cevabına geliyorum. Niçin Ahmet Yesevi?.. İşte bunun için! Bu üslûba, bu yoruma bugün de aynı şekilde, belki de daha çok muhtacız. O'nun adı hep öne çıkarılmalı; O'nun tebliğleri hep hatırlanmalı; O'nun bugünleri de aydınlatan ışığı hep izlenmelidir diye düşünürüm.