Hamdi Mert :: hamdimert.com
Köşe Yazıları
2000’Lİ YILLARDA DA OSMANLI MÜESSESELERİ KONUŞULACAK - 23 Kasım 1999

*SAYIN Mert, Dün sizinle "Bilgi Çağı" ve "Bilgi Toprumu"nu konuştuk... Sözünüzün bir yerinde "Vakıf", "Ahilik" ve "Tevcihat" müesseselerini Bilgi Çağı ve Bilgi toplumu ile irtibatlandırdınız. Ben sizden bu müesse­selerin bu bağlamda çağdaş yorumlarını duymak istiyorum. Önce "Vakıf" kurumu: Nedir "Vakıf müessesesinin bu bağlamdaki yorumu?

Size enteresan bir olayı söyleyeyim: Bunları ben daha önce de yazdım. Osmanlı arşivleri bi­lim adamı ve uzmanların incelemelerine açıldı­ğında, araştırma yapanların çoğunluğu yabancı idi... Onlar da bizim İslâm ülkelerinden falan de­ğil, Batılı araştırmacılar... Bir şeyi arıyorlardı bun­lar... Osmanlı 600 yıl, dili başka, dini ayrı, ırkı farklı onca milleti, aynı devlet çatısı alanda nasıl birarada tutmuş... Bunun belgelerini, sebeplerini arıyorlardı. Bilgi çağı ve bilgi toplumu denilen; kalkınmada "insan" ve "kol" gücünün devre­den çıkacağı; fabrikaların, işyerlerinin, imalâtha­nelerin insan gücü yerine akıllı robot ve bilgisa­yarlara uyarlanacağı, yani insanların boşta kala­cağı o yeni döneme hazırlık olarak... Nasıl boşluğa düşürmeden idare edeceğiz bu insan yığınla­rını?... İşte bu 3 müesseseye parmak basıyorlar: Vakıf, Ahilik ve Tevcihat müesseselerine...

*Ben de bunu soruyorum!. Nedir bu müesseselerin, dediğiniz açıdan yorumu... Önce Vakıftan başlayarak...

"Vakıf, gönüllü bir kuruluş.. Devletten resmî bütçesi yok. Kanunla, polisle, jandarmayla kurulmuyor. Bir hayırsever insan veya insan grubu or­taya çıkıyor; gönülden ve gönüllü olarak mallarını ortaya koyuyorlar: İhtiyacı olanlar faydalansın diyorlar... Bunun adına "Vakıf" denilmiş... Düşü­nünüz, 300'den fazla farklı alanda vakıflar kurulmuş... Öksüz çocuklara iş bulunsun denilmiş... Dul kalan kadınlar, yaşlılar ortada kalsın istenilme­miş... Fakir kızlara çeyizler yapılmış... Öyle akla gelmez, enteresan örnekler var ki!. Meselâ "Sa­daka taşları" dikilmiş. İmkânı olanlar buralara paralar bırakmış. İhtiyaç sahipleri ihtiyacı kadar parayı gidip, oradan almışlar. Veren, alandan ha­bersiz koyuyor, alan verenden habersiz alıyor... Burada sosyal bir amaç, incelik ve denge var... İster hale gelip te, onuru kırılmasın... Bir de bizde­ki dilencilik olayına bakınız!.

Başka bir örnek: Mola taşları... Sokaklara, cad­delere, yollara, yük taşıyan hamalların konup-dinlenmesi, soluklanması için taşlar dikilmiş... Bunlara mola taşları denilmiş... Daha yüzlerce ör­nek var... Sağlığa, maarif ve eğitime yönelik... Çocuklar okutulmuş; hastalar tedavi edilmiş... Dullar, yetimler, hastalar, öksüzler kollanmış... Öyle bir gönüllü yardım, yardımlaşma ve dayanışma örneği ki, Osmanlı'nın belli dönemlerinde yardı­ma müstehak kimse bulunamaz olmuş... Hayır sahipleri bu defa çevre düzenine, tabiatın imarına, sahipsiz hayvanların bakımına, göçmen kuşların konuk edilmesine yönelmiş... Bazı büyük binaların tavan ve alınlarında bugün bile görülen kuş köşkleri böyle kurulmuş... Vakıf fidanlıklar, vakıf köprüler, vakıf bağ ve bahçeler böyle oluşmuş...

*Bunların "Bilgi çağı" ile irtibatı ne oluyor?

İşte diyor Batılı uzman: İşyerlerinde, insanların yerini akıllı makinalar alıp, çalışan insanlar yığın-yığın dışarıda kaldığında, boşluktan-huzursuzluk, mutsuzluk ve kargaşalar doğmadan bu insan yı­ğınlarını nasıl birarada tutarım... Gönüllü meşgu­liyetlerle onları nasıl eğlerim. İşte bu, insanlık tarihinin en gönülden sosyal kurumuna, "Vakıf" oluşumlarına bunun için eğiliyorlar... İyi de ediyorlar... Belki birgün gelir bugün yokluğa, belir­sizliğe terkettiğimiz; hor baktığımız, hor kullandığımız tarihî vakıf zenginliklerimizin kıymetini biz de öğreniriz. Onlardan öğreniriz. Batı'dan bu hasletleri de ithal ederiz... Vakıflar Genel Müdürlüğü kurma ferasetini bizden öncekiler göstermiş ama belki biz de birgün gelir, onlara bakarak, bu müessesemizin gelişmesi ve geliştirilmesi için da­ha çok imkânlar ayırırız. Bu Genel Müdürlük yöneticilerinin canhıraş yardım feryatlarına ve istek­lerine kulak veririz...

*Ya Ahilik?

Ahilik te öyle... "Ahîlik", tarihte eşi görülme­yen bir disiplinli, sivil -ve gönüllü- meslekî/ahlâ­kî teşkilâtlanma örneğidir.

Başlangıçta, belirli mesleklerde uygulanan gö­nüllü esnaf dayanışması şeklinde başlayan Ahilik, giderek hemen bütün mesleklere ve hayatın her dalına teşmil edilen yaygın bir sosyal disiplin ha­line gelmiş.

Prensiplerini Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye'den alan ve "Tasavvufun gönüllere hitabeden sıcaklığı ile beslenen "Ahilik", kısa zaman­da yayılmış ve geniş halk kesimlerini yönlendiren; disiplin altına alan bir sosyal vakıa hüviyetini kazanmıştır.

Bu açıdan bakıldığında "Ahîlik", bir meslekî dayanışma vakıası olma sınırlarını aşmış; bir mil­lî kültür ve ahlâk ocağı görüntüsünü kazanmıştır. Bu ocağa intisabeden kişinin gözünü harama bakmaktan, elini harama uzanmaktan, dilini yalan ve manasız sözlerden koruması gerektiğine inanılmış; kapısının ve sofrasının herkese açık; kesesinin, ihtiyaç sahiplerinin yanında olacağı kendisine telkin edilmiştir.

Nitekim bu ocak, siyasî orotire boşluğunun bu­lunduğu fetret dönemlerinde geniş halk toplu­luklarını çevresinde toplayan bir gönüllü, sosyal otorite; bir sosyal sığınak; bir ahlâk ocağı olmuştur.

*Yani Ahilik te gönüllü, toplumun kendiliğinden kurduğu bir teşkilât diyorsunuz?.

Dahasını diyorum: Öylesine gönüllü bir teşki­lât ki, sadece bir gönüllü esnaf teşkilâtlanması ol­maktan çıkmış; devlet otoritesinin sarsıldığı dö­nemlerde bir tebliğ ve irşad görevlisi gibi toplum ahlâkını izleyen, yayan-yaygınlaştıran bir gönüllü ahlâkçı rolünü de üstlenmiş...

*Nedir bunun sebebi? Devlet gücü yok, kanun gücü yok ama yüzyıllara yön vermiş bir teşkilâtlanma... Hem de gönüllü!..

Ahiliğin geniş halk kitlelerini etkilemesinin ilk kaynağı dinî söylemleri ise, diğeri, çeşitli meslek mensuplarını etrafında toplayan; onlara o mesle­ğin prensiplerini benimseten; çeşitli esnaf gruplarını kendi içlerinde teşkilâtlandıran; üreticilerin ve tüketicilerin haklarını önce kendi aralarında, sonra birbirlerine karşı koruyacak tedbirler geliş­tiren ciddî prensipleri olmuştur.

*Yani pratik sonuçlarını gören halk, mües­seseyi daha çok benimsemiş.

Evet... Öyle ki, çeşitli meslek gruplarında ve iş­yerlerinde usta, kalfa, çırak ilişkilerini belli prensiplere bağlamakla kalmamışlar; bu kesimlerin haklarını birbirlerine karşı korudukları gibi, tüke­tici ve alıcının hukukunu da bu meslek mepsuplarına karşı savunmuşlar ve giderek iktisadî haya­tın bütününü düzenleyen bir yaygınlık ve saygınlık kazandırmışlardır.

*"Tevcihat"a gelince: Onu da bu bağlamda izah eder misiniz okuyucularımıza?.

İnsanlık tarihi emek ve sermaye arasında -her zaman düzgün gitmeyen- ilişkilere, kavgalara, ih­tilâl ve sosyal patlamalara sahne olmuştur. "Emek" sahipleri ile "Sermaye" sahipleri yani çalışan ile çalıştıran arasındaki organize / toplu tepkilerden, somut bloklaşmalara dayalı sosyal sıkıntılar ve bölünmeler ortaya çıkmıştır.

Gerçekten ekonominin, çalışan ve çalıştıran dediğimiz klâsik iki tarafı arasındaki tartışmaların önemli bir bölümü "istihdam" alanında cereyan etmektedir. Özel sektör alanındaki "Grev-Lokavt" uygulamalarının dünyada -ve ülkemizde- ortaya çıkardığı faturalar ortada iken, bu hakların kamu sektörüne de teşmili teklifi ve hazırlıklarının yeni sosyal sıkıntılara sebep olacağı görülmektedir.

Çalışanların süresiz -ve sürekli- kadrolarda çalıştırılmaları yerine, önceden belirlenmiş süreler için işe alınmaları anlamındaki "Tevcihat", tarih­te ve bugün uygulanış tarz ve şekli ile dahi, de­nenebilir ki, alternatif bir istihdam şekli olarak gözükmektedir. Nitekim çalışma alanında sürekli kadrolar yerine sözleşmeli personel alımı giderek öne çıkmaktadır.

Tevcihat'ın sosyal huzur açısından asıl özelliği, bir yandan, memuriyet ve iş verilen kişinin, kendisini işverene ve devlete karşı borçlu ve minnet altında hissetmesi; diğer yandan devlet -ve işverenin memuriyetin sona erdirilmesi konusunda, itirazsız, problemsiz bir serbestlik içerisinde bulunmasıdır; Alan razı, veren razı tarzında.

*İstihdamda yeni bir sistem mi?

Evet, öyle denilebilir. İstihdamda çalışan ve çalıştıran arasındaki ilişkilerde kavgasız, gönül rızasına dayalı bir formül...

İhdas edilmiş bir kadroya memuriyeti süresin­ce çalışma kuralıyla intibak ettirilen bir çalışan ile işvereni arasında ortaya çıkan olumsuz gelişme­ler, hemen bütün ülkelerde bugün istihdam sek­törünün handikapı olarak görülmekte ve bilinmektedir. Bundan ise sadece çalışan ya da çalış­tıran kesim değil, bütün ülke -ve toplum- zarar görmektedir.

Teklif edilen "Tevcihat" benzeri yeni sistem de, belirlenmiş sürelerle işe alınan ve bu süresonunda uzatmanın verimli ve üretici olma şartına bağlı olduğunu bilen çalışanın, kendisini işine daha çok vereceği; daha üretici, verimli ve işvereniyle daha uyumlu olmaya özen göstere­ceği varsayımı, kabul edelim ki, gerçekçi bir yaklaşımdır.

*Bilgi çağı ile irtibatı?

Bilgi Çağı -ve toplumu- şartlarında bu ve benzeri ihtiyaç ve arayışların öne çıkacağı varsayımımızın sebebi, bugün görülen bu somut aksaklıklar ve bu aksaklıklara çare bulma konusundaki arayışlardır. Benim burada her üç müessese hususunda söylemek istediğim, bu tarihî kurumların sosyal ahengi ve sosyal dengeleri sağlamaya yönelik "İnsan" ve "Toplum" merkezli niteliğini gündeme getirmektir.

Bu gönüllü sosyal teşkilâtlanmaların Bilgi Çağı -ve toplumu- şartlarında daha çok gündeme geleceği ve öne çı­kacağı varsayımımızın dayanağı budur.

*Sözünü ettiğim konferansınızda temas ettiğiniz bir konu da "Bilgi üretimi", "Bilimsel bilgi" konusu idi... Bunu da aynı bağlamda, "Bilgi çağı"na hazırlık açısından gündeme getiriyordunuz.

İnsanlığın "Bilgi Teknolojileri"nde ulaştığı halihazır seviye, bilim adamlarının geleceğini ha­ber verdikleri "yeni dönem"i günümüze şimdiden taşımış gibidir. Üniversiteler, uydu aracılığı ile inter-aktif eğitime geçmeye başlamışlardır. Bir adım ötesi, eğitimin sınıflardan, anfilerden, salon­lardan evlere; internet sayfalarının başına taşın­masıdır. Haberleşme ve iletişim, sesli telefonlar­dan canlı/görüntülü telefonlara taşınırken, daha şimdiden insan beyninin yaydığı frekanslara girmenin hesabı yapılmaya başlanılmıştır.

İnsan hayatına bir fırtına gibi giren internet ger­çeği, bugüne kadar üretilen bütün bilgileri, iste­yenlerin emrine hazır hale getirmiştir. Önce siyah-beyaz, peşinden renkli televizyonların fakir-zengin, köy-şehir bütün hanelere girmesi gibi, bu alet, çok kısa zaman içinde arzu eden herkesin emrine girince, o bilgileri üretmek ve edinmek için dirsek çürütenlerin; okullar-üniversiteler biti­renlerin; kitaplar-ansiklopediler çıkaranların emekleri, çabaları boşa mı çıkacak? Dahası, yılla­rı alan deneylerle tecrübelerle üretilen, ama her an, herkesin önünde ve elinde hazır hale gelen bu "Bilgi"ler ucuzlayacak, değersiz hale mi gelecek? Bu sorular, bugünden yarına hep sorulacak­tır.

*Siz ne diyorsunuz?

Cenab-ı Hakkın yarattığı namütenahi kâinatın keşfinin; "Sünnetullah" denilen tabiat ve kâina­tın işleyişindeki sayısız kanunların -ve eşyanın-esrarına vakıf olma arayışının hiç bitmeyeceği bir kurallar âleminde, keşfedilen/bulunan ve adeta elimizde hapsedilmiş somut bir nesne haline ge­len "Bilgi", böylesine ucuzlar ve kolaylaşırken, şüphesiz yeni fikirler üretme ön plâna çıkacaktır. İlâhî vahyin -ve Cenab-ı Hakk'ın en büyük eseri insan aklının- evrensel boyutu diyebileceğimiz "Tefekkür" işte o çağın (Bilgi Çağı'nın) da değiş­mez potansiyel gücü olacaktır. Bizim anlatmak, hatırlatmak istediğimiz budur.

"Bilimsel bilgi", ölçme-değerlendirme sonu­cu elde edilen bilgidir. Bilimsel olmayan bilgi Bil­gi çağının bir unsuru olmaktan uzaklaşırken, bi­limsel bilgi, yükselen değer olarak gelecek çağın gündemindeki saygın yerini korumaya devam edecektir.

"Bilgi Tophımu"nun en saygın değeri, yine "Bilim" olacaktır.

"İdeolojiler" dönemini kapatan gelişmiş dün­ya, insanlığı, toplumların iç dengelerini gözeten; tarihî, manevî, ahlâkî iç dinamiklerini işleten; bu suretle toplumun toplu huzurunu sağlamayı amaçlayan sosyal siyaset politikalarına yönelmiş­lerdir.

Bir yandan "Bilim"i, "Bilgi teknolojileri"ni; bunların mutfağı, atölyesi ve kaynağı olan "Bi­lim zihniyeti"ni, diğer yandan toplumun iç den­gelerini sağlayacak "Sosyal siyaset" projelerini öne çıkararak...

*Konuyu ülkemiz açısından değerlendirir­sek?

Türkiye bunun dışında kalamaz ve kalmamalı­dır.

"Sanayi Çağı"na hazırlıksız yakalandık ve bu­nun faturasını çok ağır ödedik. "Bilgi Çağı"na hazırlıksız yakalanmanın faturası şüpheşiz, daha ağır olacaktır. Buna rağmen biz, millet olarak hâ­lâ sunî ve ideolojik komplekslerle meşgul olu­yorsak, dönüp, kendi-kendimizi sorgulamamız gerekir. Üniversite, bürokrasi, yargı, siyaset, artık kendimize dönmeliyiz diyorum. 2000’e aylar ka­la, durduğumuz yer ve uğraştığımız fuzuli meşguliyetler, korkarım ki, bizi gelecekte mahcup edecektir.

*Sayın Hocam, gelecek yüzyıl ve bu yüzyılın şartları konusunda gerçekten özgün, orijinal tesbitler yaptınız. Kendimizi, tarihî mefahiri­mizi yeniden hatırladık. Bu arada Osmanlı­nın ve Osmanlı müesseselerinin gelecekte yeniden öne çıkacağını değerlendirdik. Mü­essesemiz ve okuyucularımız adına size teşekkür ediyoruz.