Hamdi Mert :: hamdimert.com
Köşe Yazıları
MEVLİD DE BİZİM TERAVİH DE - 18 Aralık 1999

(Çok sevdiğimiz bazı ilahiyat hocalarımızın, gazetelerde veya televizyon ekranlarında boy göstererek mevlid, teravih gibi dini zenginliklerimizi atışa tuttukları görülmektedir. Aman sayın ve saygın hocalarım, çok şeyimizi kaybettik... bir de onları kaybetmeyelim?!.)

İnanmak, güzel şey. İnanmak ve onun farklı gönül zenginliğinde yaşamak... İnandığımız Allah’ın severek, isteyerek halk ettiği varlıklara yaratıcının şefkat nazarıyla bakabilmek. İnsanı sevmek; iyisiyle, kötüsüyle onu Allah'ın isteyip yarattığı varlık olarak görebilmek. Allah'ın "Rahmeten li-müslimîn" değil "Rahmeten lil-âlemin" olduğunu bilmek...

İnanmak güzel şey. İnanmak ve inandığı var­lığın kendisini bildiğini, sevdiğini bilmek ne gü­zel! İnancına kin katmadan; haset-fesat bulaştır­madan; inandığı ile arasına nefsî, dünyevî bir şey katmadan sevmek ne güzel.

Bunu ancak tadan bilir. İnancını "kine" dönüş­türen değil, inancını kendine ayıran; onunla hemhal olan bilir. İnancını bir kırbaç gibi eline alıp, onun adına önüne geleni kırbaçlayan değil.

İnanmak, sevmektir. Nefret etmemeyi bilmek… İnanmak, inancı ile yaşamaktır. Onu şeklîleştirmek, maddîleştirmek değil.

İnanmak, inandığı varlığın "yap" dediklerine, kendinden de bir şeyler katmaktır. Namazı gö­nüllü ve gönülden nafilelerle zenginleştirmek, onun huzuruna sadece beş vaktin farzlarıyla değil, gönlünün istediğince varabilmek. Orucun kendine hatırlattıklarına yönelerek onu zenginleştirmek. Orucun günün belli bölümünde aç ve susuz kalmak demek olmadığını bilmek. Sabah kahvaltısından, öğle yemeğinden fedakârlık yapmakla kalmamak. Gönlü her istediğinde istediğini elinin altında bulma imkânı olmayanları dü­şünmek. Sadece farz olan zekâtı vermekle yetinmemek. Farz kılınan zekâtın bir ilâhî zorunluluk olduğunu bilerek gönlünden kopanı ihtiyacı olanlara verebilmek; bundan haz duyabilmek. "Zenginlerin malında fakirlerin hakları vardır" Kuranî hükmünü, gönülden verdikleri ile amacına ulaştırmak.

Hayata yansımayan, hayatı güzelleştirmeyen, davranışları denetlemeyen, nefsin namütenahi ve bencil isteklerini dizginlemeyen, "inandım" de­diği varlığın, kendinden istediklerini kavrayamayan inanç, hayatiyeti ve semeresi olmayan bir kuru iddiadır.

Sevdiğimiz Allah'a yakarmakla kalmamak, in­san zihninin ve gönlünün san'at incelikleriyle ona "münacât"lar yazmak inançtaki bu hayatiye­tin ürünüdür. Yaratan ile aramızdaki kaçınılmaz ama esrarlı münasebeti bize hatırlatan; "Sünnet-i seniyye" dediğimiz nezih yaşayışla hayatın güzelliklerini ve mutluluk yolunu örneklendiren vahiy elçimiz Peygamberimiz Efendimizi san'atlı ve saltanatlı yönelişlerle sena etmek, inançtaki bu zenginliğin semeresidir.

"Mevlid" bu naat ve münacaat geleneğinin milletimize mahsus bir güzelliğidir. Süleyman Çelebi; bu zengin gönül ne kadar içtenlikli bir kişilik, ne kadar coşkun inançlı bir yürek imiş ki, gönlünden kopan ihlâslı terennümler Osmanlı topraklarında yüzyıllarca çağıl çağıl akan ırmaklar gibi gönülleri, zihinleri yıka­makta, inançları tazelemektedir. Bu çelebi yüreğin deyişleri ve o inanç ve ihlâs abidesinin "mevlid"i olmasa idi kandillerimiz, töre ve tö­renlerimiz, evlerimiz ne ile şenlenir, süslenir, yenilenir, tazelenirdi?

Mevlid sadece bir "gelenek" değildir. Onda Kuran tilâveti vardır. Cenab-ı Hakka "münâcaat", Hz. Peygambere "selâm" vardır. Onda sevinç ve keder günlerinde insanımızın yaratı­lış öncesine ve ölüm ötesine sığınması vardır. İnsanımızın bir araya gelmesi; savaş, yokluk, kıtlık günlerinde birbirini tesellisi vardır. O bir sosyal moraldir. Hayatın yoğunluğu içerisinde bir tazelenme ve yenilenmedir. Dünya ölçüsün­de böyledir. Ukbâ ölçüsünde farzları, sünnetle­ri ve nevafili bir arada toplayan bir komple iba­dettir.

Teravih de öyledir. İçinde kıraat vardır; salevat vardır, tahiyyat ve secde vardır... Ve bunların farz bir mecburiyetle değil, gönüllü ve gö­nülden sunuluşu vardır. Ramazan günleri dışın­da, namazlarını evlerinde, işyerlerinde kılanlar, o kutlu günler gelince camilere koşuyorlar. Va­kit namazlarında ve Cuma vesilesiyle camiye gelenler bile çocuklarını, eşlerini ve aile fertlerini camiye getirmezken, teravihe gelenler ailece camiye taşınıyorlar. Sadece teravih ve kan­dillere mahsus bu gerçeklik de işte o teravih ve kandillerin imtiyazıdır, bereketidir, farklılığıdır. Şimdi aynı soruyu soruyorum: İslâm mil­letleri içerisinde mevlid gibi sadece milletimi­ze mahsus bu kandil kutlamaları ve teravih coşkunluğu olmasa idi hayatın yoğunluk ve gafle­ti içerisinde çocuklarımızın, delikanlı oğlumuzun-kızımızın ve ailenin ev yükünü sırtlarında taşıyan eşlerimizin bu toplu yönelişten, toplu tazelenmeden, yenilenmeden, bu yüklü moral­den nasıl haberleri olacaktı? Bu güzelliklerden nasipleri nice olacaktı? Onun için diyorum: Mevlid de bizimdir, teravih de…

Şimdi asıl soruna ve soruma geliyorum: Çok sevdiğim bazı ilahiyat hocalarımızın televizyon ekranlarına çıkıp, mevlidin kitap ve sünnette bu­lunmayan ve sonradan ihdas edilen bir bid'at gelenek olduğunu; teravihin de keza -zan ve iddia edilenin aksine- sünnet olmadığını söyledikleri­ni görüyoruz. Aman, sevgili hocalarım aman: Dinin, dini yaşayışın zayıfladığından yakınır­ken, bir de -genelde- milletimize mahsus bu zen­ginlikleri kaybetmeyelim. Her ikisi de farzı, sün­neti, nafileleri ile birer ibadetler paketi olan bu kültür zenginliklerimizin kime, ne zararı var? Nafile, teravih farzın önüne mi geçiyor? Yoksa onun da camide ve cemaatle kılınmasına vesile mi oluyor? Mevlid toplantılarının; bu mânâ zi­yafetlerinin, kime ne zararı var? Aksine o da farz olan Kuran tilavetine, sünnet olan salât-ü selama ortam oluşturmuyor mu?

Bunlar, milletimize mahsus dini ve kültürel zenginliklerimizdir ve bizimdir. İhdas edenlerden, bu dinî gelenekleri yaşatanlardan, kendilerini tazelemek üzere bu manevî ziyafetlere koşanlardan Allahımız razı ve hoşnut olsun.