(Çok sevdiğimiz bazı ilahiyat hocalarımızın, gazetelerde veya televizyon ekranlarında boy göstererek mevlid, teravih gibi dini zenginliklerimizi atışa tuttukları görülmektedir. Aman sayın ve saygın hocalarım, çok şeyimizi kaybettik... bir de onları kaybetmeyelim?!.)
İnanmak, güzel şey. İnanmak ve onun farklı gönül zenginliğinde yaşamak... İnandığımız Allah’ın severek, isteyerek halk ettiği varlıklara yaratıcının şefkat nazarıyla bakabilmek. İnsanı sevmek; iyisiyle, kötüsüyle onu Allah'ın isteyip yarattığı varlık olarak görebilmek. Allah'ın "Rahmeten li-müslimîn" değil "Rahmeten lil-âlemin" olduğunu bilmek...
İnanmak güzel şey. İnanmak ve inandığı varlığın kendisini bildiğini, sevdiğini bilmek ne güzel! İnancına kin katmadan; haset-fesat bulaştırmadan; inandığı ile arasına nefsî, dünyevî bir şey katmadan sevmek ne güzel.
Bunu ancak tadan bilir. İnancını "kine" dönüştüren değil, inancını kendine ayıran; onunla hemhal olan bilir. İnancını bir kırbaç gibi eline alıp, onun adına önüne geleni kırbaçlayan değil.
İnanmak, sevmektir. Nefret etmemeyi bilmek… İnanmak, inancı ile yaşamaktır. Onu şeklîleştirmek, maddîleştirmek değil.
İnanmak, inandığı varlığın "yap" dediklerine, kendinden de bir şeyler katmaktır. Namazı gönüllü ve gönülden nafilelerle zenginleştirmek, onun huzuruna sadece beş vaktin farzlarıyla değil, gönlünün istediğince varabilmek. Orucun kendine hatırlattıklarına yönelerek onu zenginleştirmek. Orucun günün belli bölümünde aç ve susuz kalmak demek olmadığını bilmek. Sabah kahvaltısından, öğle yemeğinden fedakârlık yapmakla kalmamak. Gönlü her istediğinde istediğini elinin altında bulma imkânı olmayanları düşünmek. Sadece farz olan zekâtı vermekle yetinmemek. Farz kılınan zekâtın bir ilâhî zorunluluk olduğunu bilerek gönlünden kopanı ihtiyacı olanlara verebilmek; bundan haz duyabilmek. "Zenginlerin malında fakirlerin hakları vardır" Kuranî hükmünü, gönülden verdikleri ile amacına ulaştırmak.
Hayata yansımayan, hayatı güzelleştirmeyen, davranışları denetlemeyen, nefsin namütenahi ve bencil isteklerini dizginlemeyen, "inandım" dediği varlığın, kendinden istediklerini kavrayamayan inanç, hayatiyeti ve semeresi olmayan bir kuru iddiadır.
Sevdiğimiz Allah'a yakarmakla kalmamak, insan zihninin ve gönlünün san'at incelikleriyle ona "münacât"lar yazmak inançtaki bu hayatiyetin ürünüdür. Yaratan ile aramızdaki kaçınılmaz ama esrarlı münasebeti bize hatırlatan; "Sünnet-i seniyye" dediğimiz nezih yaşayışla hayatın güzelliklerini ve mutluluk yolunu örneklendiren vahiy elçimiz Peygamberimiz Efendimizi san'atlı ve saltanatlı yönelişlerle sena etmek, inançtaki bu zenginliğin semeresidir.
"Mevlid" bu naat ve münacaat geleneğinin milletimize mahsus bir güzelliğidir. Süleyman Çelebi; bu zengin gönül ne kadar içtenlikli bir kişilik, ne kadar coşkun inançlı bir yürek imiş ki, gönlünden kopan ihlâslı terennümler Osmanlı topraklarında yüzyıllarca çağıl çağıl akan ırmaklar gibi gönülleri, zihinleri yıkamakta, inançları tazelemektedir. Bu çelebi yüreğin deyişleri ve o inanç ve ihlâs abidesinin "mevlid"i olmasa idi kandillerimiz, töre ve törenlerimiz, evlerimiz ne ile şenlenir, süslenir, yenilenir, tazelenirdi?
Mevlid sadece bir "gelenek" değildir. Onda Kuran tilâveti vardır. Cenab-ı Hakka "münâcaat", Hz. Peygambere "selâm" vardır. Onda sevinç ve keder günlerinde insanımızın yaratılış öncesine ve ölüm ötesine sığınması vardır. İnsanımızın bir araya gelmesi; savaş, yokluk, kıtlık günlerinde birbirini tesellisi vardır. O bir sosyal moraldir. Hayatın yoğunluğu içerisinde bir tazelenme ve yenilenmedir. Dünya ölçüsünde böyledir. Ukbâ ölçüsünde farzları, sünnetleri ve nevafili bir arada toplayan bir komple ibadettir.
Teravih de öyledir. İçinde kıraat vardır; salevat vardır, tahiyyat ve secde vardır... Ve bunların farz bir mecburiyetle değil, gönüllü ve gönülden sunuluşu vardır. Ramazan günleri dışında, namazlarını evlerinde, işyerlerinde kılanlar, o kutlu günler gelince camilere koşuyorlar. Vakit namazlarında ve Cuma vesilesiyle camiye gelenler bile çocuklarını, eşlerini ve aile fertlerini camiye getirmezken, teravihe gelenler ailece camiye taşınıyorlar. Sadece teravih ve kandillere mahsus bu gerçeklik de işte o teravih ve kandillerin imtiyazıdır, bereketidir, farklılığıdır. Şimdi aynı soruyu soruyorum: İslâm milletleri içerisinde mevlid gibi sadece milletimize mahsus bu kandil kutlamaları ve teravih coşkunluğu olmasa idi hayatın yoğunluk ve gafleti içerisinde çocuklarımızın, delikanlı oğlumuzun-kızımızın ve ailenin ev yükünü sırtlarında taşıyan eşlerimizin bu toplu yönelişten, toplu tazelenmeden, yenilenmeden, bu yüklü moralden nasıl haberleri olacaktı? Bu güzelliklerden nasipleri nice olacaktı? Onun için diyorum: Mevlid de bizimdir, teravih de…
Şimdi asıl soruna ve soruma geliyorum: Çok sevdiğim bazı ilahiyat hocalarımızın televizyon ekranlarına çıkıp, mevlidin kitap ve sünnette bulunmayan ve sonradan ihdas edilen bir bid'at gelenek olduğunu; teravihin de keza -zan ve iddia edilenin aksine- sünnet olmadığını söylediklerini görüyoruz. Aman, sevgili hocalarım aman: Dinin, dini yaşayışın zayıfladığından yakınırken, bir de -genelde- milletimize mahsus bu zenginlikleri kaybetmeyelim. Her ikisi de farzı, sünneti, nafileleri ile birer ibadetler paketi olan bu kültür zenginliklerimizin kime, ne zararı var? Nafile, teravih farzın önüne mi geçiyor? Yoksa onun da camide ve cemaatle kılınmasına vesile mi oluyor? Mevlid toplantılarının; bu mânâ ziyafetlerinin, kime ne zararı var? Aksine o da farz olan Kuran tilavetine, sünnet olan salât-ü selama ortam oluşturmuyor mu?
Bunlar, milletimize mahsus dini ve kültürel zenginliklerimizdir ve bizimdir. İhdas edenlerden, bu dinî gelenekleri yaşatanlardan, kendilerini tazelemek üzere bu manevî ziyafetlere koşanlardan Allahımız razı ve hoşnut olsun.