(Kazan’da kültür merkezleri, yabancı ellerin dokunduğu istihcanla buruşmuş, çatlamış, dökülmüş çehreler gibi derinden, üzgün ve donuk, bakanları izliyor)
Ramazanın 2'inci haftasından buyana Tataristan'ın başkenti Kazan'dayız... Kazan, ilk Müslüman-Türk devletinin de bir kültür merkezi... Bin yılı aşkın zamandır Türk kültürünün oluşmasına, zenginleşmesine tanıklık eden Kazan, bu kültürün katliamına da şahit olmuş… Şimdi Kazan Türkiye'den gelenlerin yüzüne bu derinlik, bu güngörmüşlük, çile ve inkisarla bakıyor... Kütüphaneleri kâh el yazması, kâh matbu Çağatayca, Tatarca, Arapça, Osmanlıca ve Rusça kitaplarla dolu... Kültür merkezleri, yabancı ellerin dokunduğu istihcanla buruşmuş, çatlamış, dökülmüş çehreler gibi derinden, üzgün ve donuk, bakanları izliyor... Kadîm binaların pervazları, vitrayları, işlemeli kapıları, musandıraları, kale duvarları, saray ve köşk kalıntıları bunu gösteriyor…
Ve asıl, insanların soylu davranışları, çileli derin bakışları, size bunu anlatıyor...
BİR MEDENİYET Kİ
Kazan Medeniyeti bir katıksız Türk medeniyeti imiş… 17-18 Aralık günlerinde 4 ayrı oturum halinde aktedilen uluslararası sempozyumun yürütüldüğü salonun sahne duvarına tavandan-tabana işlenmiş resim bile tek başına bunu göstermeye yetiyor…
İdil nehrinin kollarıyla yılankavi dolaştığı şehir, bir yeşil cennet imiş... Bağları-bahçeleri, irem bağları gibi yediveren, bire bin veren bir zenginlikle etrafa şaşaa ve cömertlik saçarmış... Şehrin caddeleri, sokakları, insanlara alışık kıvrıla-kıvrıla akan nehirleri de şehre bir ılıklık, serinlik, güzellik katarmış... Meyvelik, gölgelik ağaçların nehre salınan dalları, şehre alışık olduğu bir musikînin natürel fonunu oluştururlarmış... Sahilde yürüyen insanlar, uzun etekli, pelikli kızlar-hatunlar, cepkenli, poturlu oğlanlar, sulanan-otlayan parlak tüylü semiz hayvanlar, sular ve ağaçlar üzerinde uçuşan kuşlar bile bu huzur dolu musikiye eşlik ederlermiş… Bir renk cümbüşü imiş Kazan; bir huzur, cömertlik beldesi imiş…
İki gün boyunca, dikdörtgen salonun karşımızdaki duvarına islenmiş yağlıboya Kazan resminde bunu izledik... Gördüklerimiz bizi 300, 500, 800 yıl öncesine götürdü... Belli ki karşımızdaki duvara yansıyan bu kadîm medeniyet, sadece orduların savaşlardan taşıdığı bir zenginlik değil, maddî zenginliğe doymuş gönüllerden taşıp-gelen ahenk ve medeniyet idi... Ruhun maddeye aksettiği ve hükmettiği bir medeniyet. Zira şehir, nehir, bağ-bahçe ve sahiller değildi şu manzarada bu şehri oluşturan... Madde ile mananın yaratılış amacına uygun ahengi; ilâhî muradla buluşması, kucaklaşması; ruhlaşması, manalaşması, musikileşmesi, sanatlaşması idi… Kalelerin, köşklerin, meskenlerin saçaklarından saçılan, burçlarından dökülen ahenk bunu gösteriyordu... Su ve havanın ahengi, yaprakların ve kuşların kanat çırpışları bakanlara, görenlere, duyanlara bunu fısıldıyordu…
YE KAZAN AĞLIYOR
Ve bugün gördüğümüz Kazan, işte bu resme bakarak ağlıyordu... Dününe, dünkü zenginliğine ağlıyordu... Bugününe, bugünkü eli-kolu bağlığına, mahrumluğuna ağlıyordu… Kaderine, kadersizliğine ağlıyordu…
Dışarı çıkıp-baktık, gerçekten öyleydi. Sular donmuş akmıyordu... Ağaçlar yeşermiyordu... Kuşlar artık bu buluşmaya kanat çırpmıyor, bu musikîye ahenk katmıyordu... Sadece zemheri öncesi kıştan değildi bu donukluk… Ruhlar da donmuştu; yüzler, çehreler, bakışlar da donmuştu...
Kazan ağlıyordu… Sadece kendi kaderine değil, asıl Uluğ Türkistan'ın; Türk'ün ve Türklüğün kaderine ağlıyordu…
Zira seferden dönenler, zafer müjdeleri ile dönmüyordu artık... Moskova vergi değil, selâm ve tekmil değil, emir veriyordu...
Moskova vermiyor, alıyordu... Sadece toprağın altında ve üstünde kalan zenginlikleri değil, insanların ümitlerini, mutluluklarını, insan olma heveslerini, duygularını da alıyordu…
İdil ve Kazanka nehirleri mutluluk taşımıyor, huzur taşmıyordu artık... Çilesini içine gömmüş; donuk ve suskundu… Karadeniz'in ötesinden ve berisinden aynı mutsuzluk; umutsuzluk taşıyordu… Kırım hıçkırıklı, Anadolu ağlamaklı idi... Hazar, bağrına saplanan Moskof hançerinin acısıyla sessizdi… Aral bitmiş, Aral kurumuştu... Seyhun ve Ceyhun artık mutluluk şarkıları yerine, mutsuzluğun, kahroluşun, bitişin ağıtını yakıyordu… Akdeniz bir "Türk gölü" değildi... Karadeniz bire, ikiye değil 12'ye bölünmüştü... Kafkaslar bizim değil, Balkanlar bizden değildi... Saha, Yakut, Uygur illeri yabancı çizmesi altında idi…
Kardeş şehirler Taşkent, Semerkant, Buhara, Fergana, Mergınan, Andican yasta idi... Tanrı Dağlarından, Pamir yaylalarından, Karakum çöllerinden umut yükselmiyordu... Kazan ağlıyordu…
ANKARA'DAN YÜKSELEN SES
Ve Kazan'a bir name indi Ankara'dan… Bir niyet, bir dua... Orhun Anıtlarına yüzyıllarca önce işlenen uyarıyı, uyanışı taşıyordu bu name... Sadece Kazan’ın, Çuvaş'ın, Yakut ve Saha illerinin değil, Uygurların, Mezgitlerin hürriyet ateşini taşıyordu... Sanki Bilge Kağan'dan, bilgece mesajlar taşıyordu. Kazanlı Musa Bigi’lerin duasıydı bu, Yusuf Akçura'ların sesiydi. İmenîlerin, Mercanî'lerin, Abdürreşid İbrahim'lerin, Rızaeddin Fahreddin'lerin ayak sesleri idi... Kazan yenilendi, Kazan tazelendi... Kazan'ın çilesi, çile dolu insanları hürriyet müjdesiyle, hürriyetin unutulan muştusuyla ısındı... Türkiye'den uzanan el, iki ülkenin buluşması; iki ülke insanının kucaklaşması oldu.
Artık Ankara sessiz değildi Türk dünyasına... Niyazi Yıldırım müsterih uyusun nurdan beşiğinde; "Taşket'in feryadına" sesiz değildi Ankara; Kazan'a, Kırım'a, Türkistan'a sessiz değil... Ahmet Yesevi yeniden soluk alıyor... Hacıbektaş, Sarı Saltuk, Emir Sultan yeniden tekmil alıp-tekmil veriyor... Her zevalin varolan kemali, kaderin cilvesi buysa, yeniden dinliyor...
Kazan ağlıyor. Kazan bu defa sevinçten, umuttan ağlıyor.