(Biz büyük apartmanlarda yaşayan ve birbirini tanımayan insanlardık. Deprem bizi birbirimizi yaklaştırdı. Birbirimize ihtiyacımız bulunduğunu anladık.)
Tevbe Suresi'nin 24'üncü ayetinde, günümüze bakan ve Kur'anın mesajlarının ebediliğini gösteren bir ilâhî ikaz var:
Aynen ve yorumsuz meali şöyle: "…Şayet babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız, kazandığınız mallarınız, kesada / kayba uğramasından korktuğunuz ticaretiniz; sevdiğiniz / hoşlandığınız evleriniz size Allah'tan, Resülünden ve Allah yolunda çalışmaktan daha yakın /ve sevimli geliyorsa, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin!."
Kulun başına iradesi dışında gelen afeti birtakım bağlantılar kurarak murad-ı ilâhiye ile yorumlamak ve Kuranı ikazla irtibatlandırmak haddimiz ve hakkımız değil. Ama bir şeye hakkımız var: Depremde en yakınlarını; oğlunu-uşağını, evlâdını; ana-baba ve kardeşlerini; işini, eşini, aşını; evini-barkını; malını-mülkünü kaybettikten sonra sığındığı çadırda elini kaldırıp Hakka dua ve şükredenlerden ibret almak... Hem hakkımız, hem vazifemiz... Depremi ilk dakikalarında, saatlerinde, gecesinde ve gündüzünde yaşadım. Karayolu ile Ankara'dan-İstanbul'a giderken sabaha karşı kopan kıyameti, o alışılmamış dramı; çöken, yana yatan, dökülen apartman ve evlerinin etrafında koşuşan eli böğründe insanları... Yapıldığı günden bu yana, hazırol vaziyetindeki bir bekçi gibi dimdik duran ve aşağıdakilere yukarıdan bakan minarelerin, beklediği caminin, kubbesi üzerine sere-serpe uzandığını veya başında taşıdığı ay yıldızlı âlemi yere düşürdüğünü ya da külahını başında taşıyamaz, şerefesini omuzunda tutamaz hale geldiğini… Tozu, dumanı henüz üstünde tüten yıkıntılar ve çevresinde kümelenen çaresiz, tasalı insanları camın arkasından seyretmek zorunda kalmak... Bu acıya, ağıta, şaşkınlığa hiçbir şey yapamamanın aczini yaşamak... NE ACI!. Kıyamet denilen kaçınılmaz son bu olmalı.
Benim burada ifade etmek istediğim, sadece depremi yaşayanlar değil, bütün dünya gibi ondan haberdar olan; ekran-ekran, sayfa-sayfa bu afeti izleyenlerin bundan "ders"ler çıkarmaları…
Ekrandaki arif Anadolu insanını birlikte izledik... Bu kışta-kıyamette deprem çadırları ve enkaz yığınları arasında yaktıkları ateşin etrafında halka olmuşlar, ısınmaya ya da soğuktan korunmaya çalışıyorlardı. İşte en yakında duranın mikrofona söyledikleri: "Biz büyük apartmanlarda yaşayan; evlerine asansörle inip-çıkan ve birbirini tanımayan insanlardık... Deprem bizi işte böyle yaklaştırdı. İnsan olduğumuzu, birbirimize ihtiyacımız bulunduğunu anladık."
ARABAŞLIK
Adına "ibret" denilen ve Kur'anda, Sünnette, atasözlerinde ifade edilen esas işte bu!. Büyük apartmanlarda yaşayan, evlerine asansörle inip-çıkan ve birbirlerini tanımayan insanlar haline geldik. Komşuluğu, komşuluk hukukunu; hısım-akrabayı, "Sıla-i rahm"i unuttuk… Birbirimizi görüp-gözetmeyi; komşunun-komşuya muhtaç bulunduğunu; ihtiyacı olanın-imkânı olanlarda hakkı olduğunu hatırlamaz, umursamaz olduk.
"Deprem" denilen küçük kıyameti yaşayan ve etten-kemikten "insan"lar olduğumuzu bize hatırlatan bu "hamd", bu "şükür" ehline çok şey borçluyuz… Dün varlıklı iken, bugün yoksulluğa düşenlerin, kış-kıyamette açık alana yaktıkları ateşe hep-birden muhtaç bulunduklarını bize gösteren, bize hatırlatanlara!. Deprem çadırında kurdukları iftar sofrasında ellerini kaldırıp ellerinde kalanlara şükretmesini bilenlere!.
...Ve o durumda bile isyanı değil tevekkülü tercih edenlere!.
"Şükür", mü'minin ahlâkı, inanan adamın sıfatıdır. Bir ayetle (İbrahim Suresi: 7) "Şayet şükrederseniz, malda-servette; sağlıkta ve her türlü nimette sizi arttırırım" buyuran C. Hakkın, başka bir ayet-i kerimede "Kullarımdan, şükredenler azdır" buyurması ne kadar anlamlıdır!.
Şükredersek yükselecek, kalkınacağız ama şükrümüz, şükredenimiz az...
Fakih, müfessir, muhaddis ve müctehidler "şükür" borcunun iki tarzı, iki yüzü olduğunu ifade ederler:
1 - Lisanen (dil ile) ve kalben (gönüllü-gönülden) şükür: Kazancını, sağlığını, evlâd-ü ıyalini veren C. Hakka şükür borcunu hatırlayıp dua ve şükredenler bunu yapıyorlar…
2- Fiilî (fiilen) şükür: Fiilen şükür ise elindekileri helâl yollardan kazanıp helâl yollarla sarf anlamına geliyor. "Mal" ve "servet"e şükür onu helâl yollardan (çalmadan-çırpmadan) kazanmayı ve helâl şekilde harcamayı ifade ediyor. Sağlığa şükür onu bozan davranışlardan kaçınmak manâsını taşıyor… Sadece soğuktan, sigaradan, alkol ve uyuşturuculardan değil, aşırı az, aşırı çok yemekten de... En büyük servet, hayırlı evlât... Evlâda şükür ise onu helâl yollardan edinmek, haram yedirmemek, helâl terbiye ve iyi yetiştirmek demek...
İşte C. Hakkın "Şükrederseniz, elinizdekileri arttırırım "buyruğunun asıl manâsı bu!. Helâl edinilen ve helâle harcanan servet; helâl rızıkla kazanılan ve helâl yaşayışla idame ettirilen sıhhat; helâl nesiller... Gözün, kulağın, elin-kolun hakkı da o helâl ve helâllik...
"Kullarımdan şükredenler az" (Sebe’ Suresi: 13) hatırlatması ise bir ilâhî ikaz olmalı… Deprem âfetini "- İnsan olduğumuzu: birbirimize ihtiyacımız bulunduğunu hatırladık" diye şükürle karşılayanlar bir imtihan verdiler ve bu imtihanı kazandılar…
Bize gelince: Deprem çadırından uzanan eli tutmuyorsak, ibret almak için daha hangi ikazı bekliyoruz ki !?..
Soframıza konulan, üzeri buğulu sıcacık çorba içerken; deprem evinde ve çadırında iftar edenleri düşünmek, afetzedelere uzanan elimiz, acısını paylaşan niyetimiz olacaktır. Uzak geleceğe yapılan en verimli yatırım budur...