Hamdi Mert :: hamdimert.com
Köşe Yazıları
İSTİKLALİMİZ VE VEFA BORCU - 1 Kasım 1985

Her şey ne kadar çok değişmiş? Gençlik ve öğrencilik yıllarımda hacı­dan- hocadan, dinden- di­yanetten bahsetmeye gö­relim, genç arkadaşlarımı­zın müstehzi bakışlarına muhatap olurduk. Alay edilir, mahcup düşürülürdük. Niçindi acaba?.. Din ile, inanç mes'eleleriyle ni­çin bu kadar alay edilirdi?.. Anlaşılan yetiş­me tarzımız, çevremiz bizi öyle yapmıştı.

Aradan çok geçmedi ama, gerçekten çok şeyler değişmiş. 25 Ekim 1985 günü Cuma sabahı TRT-2'de bir program yayın­landı. Adı "Kurtuluş Savaşı'nda Din Bilginleri ve Din Görevlileri" idi... İs­tiklâl Harbi'nde öncülük yapan din adamları bir-bir sayılıyor, hizmetleri anla­tılıyordu. Programı dinler­ken, değerli tarihçi-yazar Cemal KUTAY'ın "Cum­huriyetin ve Kurtuluşun Manevi Mimarları" adlı dev eseri aklıma geldi. Za­manın neler değiştirdiği­ni, hangi hastalıkları, na­sıl tedavi ettiğini düşün­düm. Gelecek açısından memnun ve müsterih ol­dum. Metni yaşlı çınar Os­man KESKİOĞLU hazır­lamış, ismi anons edilme­yen temiz sesli bir spiker okudu.

Bir değil, birçok defa­lar yayınlanmasında fay­da gördüğüm radyo konuşmasında özet olarak şunlar anlatıldı:

Milli Mücadele'nin ilk bayrağını açan Maraş ol­muş... Ali Sezai Hoca, Rıdvan Hoca, Vezir Hoca halka önayak olmuşlar. Ulucami imamı İbrahim Hoca, bir cuma namazı vakti cemaatı camiden çı­karmış, peşine takmış, düşman bayrağını kale­den indirmiş, yerine şanlı Türk bayrağını çekmiş... Fransız ve Ermeniler'in Maraş'tan defedilmelerine bu şevk, bu heyecan, bu cesaret yetmiş... Sütçü İmam, İstiklâl Mücadele­si'nde bir alem, bir sembol olmuş.

İzmir işgal edilince, Yunanlılar'a karşı ilk is­yan bayrağını çekenlerin başında İzmir müftüsü varmış. Kütahya müftüsü İbrahim Efendi milli or­duya katılmış, cepheden cepheye koşmuş. Kurtuluştan sonra kendisine İs­tiklal Madalyası verilmiş. Dedeköy Hatibi Ahmet Şükrü Efendi de, İstiklâl Madalyası sahibi.

Edirne Müftüsü Mus­tafa Efendi, Kaşan Müf­tüsü Emin Efendi, Tekir­dağ Müftüsü Hilmi Efendi, Trakya cephesinde ma­nevî kaleler olmuşlar... Denizli Müftüsü Ahmet Hulusi Efendi ilk muka­vemet cephesini kuranlar­dan... Gönenli Müderris Şevket Efendi, Zonguldak Müftüsü İbrahim Efendi, Saimbeyli Müftüsü Ebuzer Efendi, Kozan Müftü­sü İzzeddin Efendi, Ta­bur İmamı Elmadağlı Tevfik Efendi de bunlar­dan.

İşgale muhatap bölge­ler başta olmak üzere Edirne'den-Kars'a, Sinop'tan-Anamur'a kadar, bu müftü, imam, hoca-efendiler hutbe ve va'zlarında cihad âyetleri oku­muşlar, kapı-kapı dolaşıp, yurdu kurtarmak için hal­kı savaşa katılmaya çağır­mışlar, milli ruhu ayakta tutmuşlar... Yiyecek-gi­yecek toplayıp, cepheye yollamışlar... Kimisi cep­hede savaşmış, kimisi cephe gerisinde halkın fik­rini bozmak isteyen boz­guncularla mücadele et­miş...

Bunlar,   devlet  radyo­sunda yayınlanan bir dini programda anlatıldı. Demek Dr. Faruk ERME­MİŞ, bayrağı ermiş bir hayrül-halefe teslim et­miş... Türkiye radyolarındaki dinî programları ha­zırlayan ve bu mübarek milletin hayırlı bir evlâdı olduğu anlaşılan Zekâi AK'a teşekkür ediyorum. Bizim yaşımızdakiler ve bizden öncekiler çok iyi bilirler; bu bakışa, bu top­layıcı, bu bütünleştirici metoda hasret, müştak ve muhtaç durumdayız.

Bu iyileşme çok şükür son yıllarda artan bir do­zajda devam ediyor. Yeni yetişenlere, bugünleri bi­ze bağışlayan dünü anlat­mazsak, eski ile yeni ara­sında sağlam köprüler kurmazsak, yarınlara bölük-pörçük, güçsüz ve cılız bir miras bırakırız. Çığ yuvarlandıkça bü­yür... Milletler de öyledir...

Bizim Batılılaşma hevesimiz, zannedildiği gibi Cumhuriyetle değil, Tanzimat, hattâ ona takaddüm eden yıllardan başlar. Medeniyetler ara­sında bilgi-görgü alışveri­şi normaldir. Fakat bunun dozunu iyi ayarlamalıdır. Bizde bu ölçü zaman zaman kaçırılmıştır. Bizi, uçurumun kenarına kadar getiren ve hep şikâyet et­tiğimiz yakın geçmişin olayları, uzunca bir süre ipin ucunu toparlayamamamızdan kaynaklanmış değil midir?

“Vefa”, insanoğlunu, mükellefiyeti bulun­mayan diğer mahlûkattan ayıran bir fazilet ve vasıftır. İstiklâl Harbi deyince, Ankara Müftüsü Mustafa Rıfat Efendi'yi hatırlama­mak mümkün müdür? İti­lâf devletleri donanması­nın topları "Saray" üzeri­ne çevrilmiş. Kurtuluş ha­reketinin İstanbul'dan yönlendirilmesinin müm­kün bulunmadığı anlaşıl­mış... Bu sebeple, Anado­lu'da yeni bir karargâh kurulması kararlaştırıl­mış. Amasya, Erzurum, Sivas istişarelerinden sonra bir avuç vatanse­ver, Ankara'da toplan­mış. Bütçe yok, para yok, aş yok, ekmek yok... As­lında aş-ekmek peşinde olan da yok... Fakat, Ana­dolu'nun temsilcilerini il-il, ilçe-ilçe Ankara'ya top­layan ve memleketin ka­derine talip olanlar bunu da düşünmek zorunda­lar... Tencereye koyacak bir avuç bulgurun bile kalmadığı bir anda. Müf­tü Rıfat Efendi kapıyı ça­lıyor... "Paşa Hazretleri ile görüşmek" istediğini söylüyor. Huzura alının­ca, "Paşa"ya bir kese uza­tıyor:

"-Ak akçe kara gün içindir evlâdım... Ömür boyu biriktirdiğim bir he­lâl param vardı, onu getir­dim. Kara günler içinde­yiz. Kabul buyurunuz, belki bir işinize yarar" deyip- çıkıyor.

İşte İstiklâl Harbi bu ak -akçelerle, helâl paralar­la kazanıldı. Mübarek mil­letin kanları da katıla­rak...

Bunları hatırlamak ve devlet radyosundan ilân etmek, sadece bir "Vefa Borcu" değil, aynı zaman­da yarınlarımız için de bir teminattır.