Her şey ne kadar çok değişmiş? Gençlik ve öğrencilik yıllarımda hacıdan- hocadan, dinden- diyanetten bahsetmeye görelim, genç arkadaşlarımızın müstehzi bakışlarına muhatap olurduk. Alay edilir, mahcup düşürülürdük. Niçindi acaba?.. Din ile, inanç mes'eleleriyle niçin bu kadar alay edilirdi?.. Anlaşılan yetişme tarzımız, çevremiz bizi öyle yapmıştı.
Aradan çok geçmedi ama, gerçekten çok şeyler değişmiş. 25 Ekim 1985 günü Cuma sabahı TRT-2'de bir program yayınlandı. Adı "Kurtuluş Savaşı'nda Din Bilginleri ve Din Görevlileri" idi... İstiklâl Harbi'nde öncülük yapan din adamları bir-bir sayılıyor, hizmetleri anlatılıyordu. Programı dinlerken, değerli tarihçi-yazar Cemal KUTAY'ın "Cumhuriyetin ve Kurtuluşun Manevi Mimarları" adlı dev eseri aklıma geldi. Zamanın neler değiştirdiğini, hangi hastalıkları, nasıl tedavi ettiğini düşündüm. Gelecek açısından memnun ve müsterih oldum. Metni yaşlı çınar Osman KESKİOĞLU hazırlamış, ismi anons edilmeyen temiz sesli bir spiker okudu.
Bir değil, birçok defalar yayınlanmasında fayda gördüğüm radyo konuşmasında özet olarak şunlar anlatıldı:
Milli Mücadele'nin ilk bayrağını açan Maraş olmuş... Ali Sezai Hoca, Rıdvan Hoca, Vezir Hoca halka önayak olmuşlar. Ulucami imamı İbrahim Hoca, bir cuma namazı vakti cemaatı camiden çıkarmış, peşine takmış, düşman bayrağını kaleden indirmiş, yerine şanlı Türk bayrağını çekmiş... Fransız ve Ermeniler'in Maraş'tan defedilmelerine bu şevk, bu heyecan, bu cesaret yetmiş... Sütçü İmam, İstiklâl Mücadelesi'nde bir alem, bir sembol olmuş.
İzmir işgal edilince, Yunanlılar'a karşı ilk isyan bayrağını çekenlerin başında İzmir müftüsü varmış. Kütahya müftüsü İbrahim Efendi milli orduya katılmış, cepheden cepheye koşmuş. Kurtuluştan sonra kendisine İstiklal Madalyası verilmiş. Dedeköy Hatibi Ahmet Şükrü Efendi de, İstiklâl Madalyası sahibi.
Edirne Müftüsü Mustafa Efendi, Kaşan Müftüsü Emin Efendi, Tekirdağ Müftüsü Hilmi Efendi, Trakya cephesinde manevî kaleler olmuşlar... Denizli Müftüsü Ahmet Hulusi Efendi ilk mukavemet cephesini kuranlardan... Gönenli Müderris Şevket Efendi, Zonguldak Müftüsü İbrahim Efendi, Saimbeyli Müftüsü Ebuzer Efendi, Kozan Müftüsü İzzeddin Efendi, Tabur İmamı Elmadağlı Tevfik Efendi de bunlardan.
İşgale muhatap bölgeler başta olmak üzere Edirne'den-Kars'a, Sinop'tan-Anamur'a kadar, bu müftü, imam, hoca-efendiler hutbe ve va'zlarında cihad âyetleri okumuşlar, kapı-kapı dolaşıp, yurdu kurtarmak için halkı savaşa katılmaya çağırmışlar, milli ruhu ayakta tutmuşlar... Yiyecek-giyecek toplayıp, cepheye yollamışlar... Kimisi cephede savaşmış, kimisi cephe gerisinde halkın fikrini bozmak isteyen bozguncularla mücadele etmiş...
Bunlar, devlet radyosunda yayınlanan bir dini programda anlatıldı. Demek Dr. Faruk ERMEMİŞ, bayrağı ermiş bir hayrül-halefe teslim etmiş... Türkiye radyolarındaki dinî programları hazırlayan ve bu mübarek milletin hayırlı bir evlâdı olduğu anlaşılan Zekâi AK'a teşekkür ediyorum. Bizim yaşımızdakiler ve bizden öncekiler çok iyi bilirler; bu bakışa, bu toplayıcı, bu bütünleştirici metoda hasret, müştak ve muhtaç durumdayız.
Bu iyileşme çok şükür son yıllarda artan bir dozajda devam ediyor. Yeni yetişenlere, bugünleri bize bağışlayan dünü anlatmazsak, eski ile yeni arasında sağlam köprüler kurmazsak, yarınlara bölük-pörçük, güçsüz ve cılız bir miras bırakırız. Çığ yuvarlandıkça büyür... Milletler de öyledir...
Bizim Batılılaşma hevesimiz, zannedildiği gibi Cumhuriyetle değil, Tanzimat, hattâ ona takaddüm eden yıllardan başlar. Medeniyetler arasında bilgi-görgü alışverişi normaldir. Fakat bunun dozunu iyi ayarlamalıdır. Bizde bu ölçü zaman zaman kaçırılmıştır. Bizi, uçurumun kenarına kadar getiren ve hep şikâyet ettiğimiz yakın geçmişin olayları, uzunca bir süre ipin ucunu toparlayamamamızdan kaynaklanmış değil midir?
“Vefa”, insanoğlunu, mükellefiyeti bulunmayan diğer mahlûkattan ayıran bir fazilet ve vasıftır. İstiklâl Harbi deyince, Ankara Müftüsü Mustafa Rıfat Efendi'yi hatırlamamak mümkün müdür? İtilâf devletleri donanmasının topları "Saray" üzerine çevrilmiş. Kurtuluş hareketinin İstanbul'dan yönlendirilmesinin mümkün bulunmadığı anlaşılmış... Bu sebeple, Anadolu'da yeni bir karargâh kurulması kararlaştırılmış. Amasya, Erzurum, Sivas istişarelerinden sonra bir avuç vatansever, Ankara'da toplanmış. Bütçe yok, para yok, aş yok, ekmek yok... Aslında aş-ekmek peşinde olan da yok... Fakat, Anadolu'nun temsilcilerini il-il, ilçe-ilçe Ankara'ya toplayan ve memleketin kaderine talip olanlar bunu da düşünmek zorundalar... Tencereye koyacak bir avuç bulgurun bile kalmadığı bir anda. Müftü Rıfat Efendi kapıyı çalıyor... "Paşa Hazretleri ile görüşmek" istediğini söylüyor. Huzura alınınca, "Paşa"ya bir kese uzatıyor:
"-Ak akçe kara gün içindir evlâdım... Ömür boyu biriktirdiğim bir helâl param vardı, onu getirdim. Kara günler içindeyiz. Kabul buyurunuz, belki bir işinize yarar" deyip- çıkıyor.
İşte İstiklâl Harbi bu ak -akçelerle, helâl paralarla kazanıldı. Mübarek milletin kanları da katılarak...
Bunları hatırlamak ve devlet radyosundan ilân etmek, sadece bir "Vefa Borcu" değil, aynı zamanda yarınlarımız için de bir teminattır.