“Din konusunda çevremize çok seslilik hâkim. Orkestrası, şefi bulunmayan bir çok seslilik... Bundan çıkan sonuç ise, ölçüsü, nağmesi olmayan bir gürültüdür. Kimsenin kimseyi dinlemediği, anlamadığı iptidaî bir gürültü” (12 Aralık 1986)
“Sözgelişi Türkiye'de zaman zaman irtica tehlikesi gündeme getirilir. Bazıları yok derler, bazıları var. Yok diyenlerin de, var diyenlerin de doğru ve yanlışları olur. İki tarafın da yanlışları, doğrularını götürür, tartışma ve kargaşa da sürer gider. Bu kargaşanın tehlikesi şuradadır ki, din gibi vazgeçilmez ve hassas bir konuda, bu davranışlarımız sebebiyle birbirlerine karşı fikir grupları oluşur. Sayıca daha büyük kitleler tartışma ortamına çekilir. Sonunda, devlet ve millet hayatında, din müessesesinin müsbet fonksiyonlarından istifade edilemez, aksine bu çok lüzumlu müessese tefrika ve kavga konusu bile olur. Bu tavır ve üslûpla bugüne kadar bir yere varamadık. Hattâ yarayı daha da azdırdık. Din konusu bir uzmanlık konusudur. Din hakkında lâf ederken, konunun fevkalâde hassas, istismara müsait incelikleri olduğunu bilmeliyiz. Kim olursak olalım, din hususunda yaptığımız bir yanlış, halk arasında geniş yankılar uyandırıyor. Bundan da, gerçek irtica varsa, işte o faydalanıyor.” (3 Ekim 1986)
HANGİ İRTİCA?
“Millet çoğunluğumuz irtica, gericilik kelimelerinden hoşlanmıyor. Doğrusu, bu kelimelerle ifade edilmek istenen şeyden de... Yani ne irtica denilen ucubeden, ne de bu batıcı kelimelerin uluorta kullanılmasından. Bunun sebepleri var: Bir defa millet çoğunluğu bu ithamlardan münezzeh... Saniyen, geçmişte bu ithamları çok hesapsızca kullandık. İmam hatip liseleri, Kur'ân kursları mı, "irtica yuvaları" dedik. Birisi namazdan, oruçtan, dinden, diyanetten mi söz etti, hoşlanmadık, ona bir başka gözle baktık. Bunlar doğrusu yanlışından ayrılamayan o kadar hesapsız, maslahatsız ithamlardı ki, şimdi ayıklamaya çalışıyoruz, ama bir türlü doğru sona ulaşamıyoruz. Din ile irticanın her irtibatlandırılmasında; üniversite, basın ve TRT'de din hakkında yapılan her üslûp yanlışında, geniş halk kesimleri kırılıyor, güceniyor. Dahası, bu kırgınlıklardan birileri çok iyi faydalanıyor. Kıyıda, köşede irtica denilen bir şeyler kalmışsa, sebebi bu üslûp yanlışıdır. Sadece budur.” (14 Kasım 1986)
“Bir kesim devleti kalkan yapmış, dine saldırıyor. Bazıları da devletin tâ kendisine. Din adına devlete, devlet adına dine saldırmak yerine, bu imkânları devlet ve millet hesabına iyi kullanmak, daha akıllıca olmaz mı? Fitne ve çok seslilik, bugüne kadar kime ne kazandırmış ki! Bölünüp dağılmadan, parçalanmadan başka..!” (12 Aralık 1986)
“Bazı müesseseler vardır. Polemiklerin dışında tutulmalıdır. Din müessesesi bunların başında gelir. Din üzerine konuşurken, yazarken, bin düşünüp bir konuşmak, yazmak zorundayız. Ülkemizi, milletimizi seviyorsak... Zira bu polemikler, devlet düşmanlarının işine yarıyor"
(28 Kasım 1986)
MİLLETİ KÜSTÜRMEMEK
“Türk insanı, dinî konularda çok hassas. Millî konularda da... Millet deyince devleti, devlet deyince milleti anlıyor. Tarihini âdeta dinî bir vecdle seviyor. Kavgadan, sertliklerden hoşlanmıyor. Dinine, tarihine karşı yapılan azizliklerden ise fevkalâde rencide oluyor, güceniyor.
Bu azizlikler olmasa, biz kısa zamanda, din adına yapılan yanlışları, çizgiden çıkışları düzeltiriz. Fakat devlet adına yapılan bu üslûp yanlışları bizim işimizi her zaman zorlaştırmış, hattâ imkânsız kılmıştır. Millete dayanmayan hiçbir faaliyet devamlı olamaz. Münevver kesim ve idare edenler olarak, milleti yönlendirmek elbette vazifemiz. Ancak, alınacak her tedbirde, uygulanacak her icraatta "üslûb"u iyi seçmek; millet çounluğunun anladığı dilden konuşmak; ondan devlet ve idare adına bir şey isterken gönlüne hitabetmek zorundayız. Böyle yapıldığında, bu milletle aşılamayacak engel yoktur.
Tıpkı İstiklâl Harbi'nde, Kore ve Kıbrıs’ta, akıllara durgunluk verecek başarıların sağlandığı gibi... Bizim kadîm yanlışımız, bu üslûp ve strateji yanlışıdır. Milleti küstürmekle bir yere varılamaz.” (21 Kasım 1986)
“Din hakkında, din okulları hakkında, dinin irtica ile irtibatlandırılması hakkında yetkili yetkisiz adı edenler, bu milletin içine hiç girdiler mi bilmiyorum. Sofrasına oturdular mı? Düğününde, derneğinde, cenazesinde bolundular mı? Onlarla bir kandil, bir bayram yaşadılar mı? Elin adamı Afrika'nın balta girmemiş ormanlarını, uçsuz bucaksız çöllerini dolaşıyor da, oralarda bulduğu 3-5 ailellk iptidai kabilelere bir şey telkin etmek için, onlara önce kendini kabul ettirmenin yollarını arıyor. Onların dillerini öğreniyor, din ve geleneklerini inceliyor, onlar gibi yaşıyor. Kendi kültürünü aşılamak için önce onların heyecanlarını, tutkularını, zevklerini, nefretlerini öğreniyor. Onların itimadını kazanıyor. Onlara bu metodla yaklaşıyor. Söyler misiniz, bizim bu millete yaklaşma usûlümüz, onu kendimize inandırma metodumuz nedir? Bu milleti yönetenler, önce bu milleti anlasınlar... Göreceksiniz, her şey nasıl kolaylaşacak!..” (26 Aralık 1986)
Muhtelif tarihlerde, yani bundan 1 ay, 2 ay, 3 ay önce bu köşede bunları yazmışız. “Din” üzerinde polemik çıkarılmasından, devlet hesabına endişe etmişiz. Ama ne olmuş? Olan olmuş... 7'den 70’e herkes devlet hesabına endişe duyduğumuz bu tartışmanın içine çekilmiş. Şimdi herkes bununla meşgul.
Bu ortamda her kesim soğukkanlı olmak zorundadır. Devletini, milletini seven herkes...