Hamdi Mert :: hamdimert.com
Köşe Yazıları
MÜSLÜMAN-TÜRK ANASI - 13 Şubat 1987

Müslüman-Türk geleneğinde bir "ana" imajı var. Kutsî bir imaj... "vatan" gibi, "yurt" gibi; "oba", "otağ", "soy" gibi... Semâlardan, uzaklardan, de­rinlerden gelen bir mânâ, bir kutsiyet, bir ulviyet var "ana"da...

"Cennet" denilen ebedî mükâfat onun eli altında, rızası altında... Ağzı dualı, dili bereketli bir "ana" ki, başka bir misal ile anlatmak zor.

Şimdi filmlerde, televizyon dizilerinde alkolik analar; çocuklarının gözü önün­de evine yabancı erkekler alan, yatak oda­sında onlarla sabahlayan dişiler tasvir ve teşhir ediliyor... Yanlış, ne kadar yanlış!.. Yanlışlarımız bundan ibaret değil ki!..

Müslüman-Türk geleneğinde hâlâ ya­şayan "namus" âbidesi; İstiklâl Harbi'nde cepheye cephane taşıyan "kahraman"lık timsali; çocukları için saçını sü­pürge eden, yemeyen yediren, giymeyen giydiren "fedakâr"lık numunesini bu ha­le mi getirdik?!.. Yazık, çok yazık!..

Bu yanlışlarla nereye varabileceğimizi umarız ki!.. Biteviye sürdürdüğümüz bu yanlışların getirdikleri ile götürdüklerini, geçmişe ve geleceğe bakarak "hesapla­dık mı?..

KUTSAL ANA

İnanç ve geleneklerimiz "kadın"a kut­siyet izafe etmiş... "Ana gibi yâr, vatan gibi diyar olmaz" demişiz... Vata­nımızın Fransız, İngiliz ve İtalyanlar'ca iş­galine işte o "kutsal ana"ya el uzanıncaya kadar tahammül etmişiz... O kutsa­la el uzandığı anda ise "Yeter!.." deyip ayağa fırlamışız... İmanımızdan bir par­ça gibi sevdiğimiz vatanımıza onun adı­nı, "Ana-dolu" adını vermişiz... "Ana"larla dolu olduğunu söylersek da­ha çok sevilir, korunmaya lâyık bulunur demek istemişiz...

Kendilerinden olmaya çok özendiğimiz Avrupa'da kadın bir şehvet, bir zevk va­sıtasıdır. Hayrettir, Avrupalı kadın da bu bakışı benimsemiştir. Orada kadın fizik güzelliği varolduğu müddetçe kıymetlidir. Çaptan düştüğü zaman ise bir kenara atı­lır, bunalımlara düşer... "Yaşlanmak", çaptan düşmek, işe yaramaz olmak, Av­rupalı kadının kâbusudur.

Müslüman-Türk geleneğinde ise kadın genç kızken de, yaşlılığında da aynı de­recede kıymetlidir. Hâttâ yaşlandıkça da­ha da kıymetlenir. Evimizin baş köşesinde ihtimamla baktığımız “dua ağa­cı”mız, baştâcımızdır. Eli öpülmeden, duası alınmadan eşikten dışarı çıkılma­sı istenen, "intizar"ından, "ilenç"inden korkulandır. Yanında yüksek sesle konuşulmayan, odasının önünden ayak ucuna basılarak geçilendir. Yaşlı analar, nur yüzlü nineler, sadece evimizin değil, mahallemizin, çevremizin "yümn"ü, bereketidir. Genci "ana-baba bir bacı"; "dünya-ahiret kardeş"; yaşlı­sı ise peygamberler, veliler, kumandanlar yetiştiren mübarek "ana"dır. Ama hepsi ırzımız, namusumuz, mukaddesimizdir.

SADECE İSLAMİYET...

İslâmiyet'ten önceki cemiyetlerde kadın daima horlanmış, ona aşağı bir mah­lûk gibi bakılmıştır. "Eski Yunan"da kadın, "şeytanın amelinden meydana gelmiş adî bir varlık"tır.

"Eski Çin"de kadın, "insan sayılmaz." Ona isim bile takılmaz, 1, 2, 3 diye ra­kamlarla çağrılır.

"Eski Roma"da kadın, "haysiyeti ol­mayan necis bir yaratık"tır.

Onbirinci yüzyıla kadar "İngiltere"de kocalar karılarını satabilirlerdi. Kadın "murdar" bir varlık sayıldığından "İncil"e el sürmesi yasaktı. Vatandaş olarak bile kabul edilmezler, onlara mülkiyet hakkı tanınmazdı.

"Hıristiyan hukuku"nda kadın, "şey­tanın kapısı, iblisin silâhı, fitnenin en büyük sebebi"dir.

İlk defa İslâmiyet’tir ki, kadına "İNSAN" olarak değer vermiş; ona "mülkiyet", "miras", "eşitlik", "öğren­me hakkı" tanımıştır. Tabiî haklardan faydalanmada kadın-erkek ayırımı yapılmamıştır. "Mükellefiyet", "sorumluluk", suç işleme, suç ve saldırılara karşı konul­mada tam bir eşitlik getirilmiştir.

İslâmiyet'te kadın utanılacak bir yara­tık değil, aksine "eşref-i mahlûkat" ol­maya namzet bir varlıktır. Nitekim kut­lu "tebliğ"e ilk inanan da, Allah yo­lunda canını feda eden ilk Müslüman şehid de kadındır. Kur'ân-ı Kerim'de iki bü­yük sureye "Meryem" ve "Nisa" adları verilmesi bundandır.

BU İNKILAPLA Kİ

Bu inkılâpla ki kadın, islenildiği gibi tasarruf edilen, lanetlenen, namusu­na el uzatılan bir "meta" olmaktan kur­tarılmış; "anne" olmuş kutsallaşmış; "eş" olmuş eşitlik ve değer kazanmıştır.

Milletler, kutsallarla ayakta dururlar, insan cemiyetlerini, hayvan toplulukla­rından ayıran işte bu kutsiyetler, bu ulvi­yetlerdir. İnsanlık, "aile" dediğimiz, "ırz" "namus" dediğimiz müşterek değerlere, yüzyılların, binyılların tecrübele­riyle; peygamberlerin, velilerin tebliğleriyle gelebilmiştir. Genç kızı "bacı", kadını "ana", anayı baştâcı, gönül tacı, namu­sumuzun bekçisi, çocuklarımızın muallîmesi yapan bu müşterek değerlerdir.

Bu imajı şu veya bu tedbirle yahut şu veya bu tedbirsizlikle tahrip etmeye devam edersek, yarın sadece çocuklarımıza değil, kendi kendimize de hükmedemez oluruz.

Yazık olur!..