İslâm bilginlerinin "Kitab" ve "Sünnet"te açıklık bulunmayan bir şerî mesele hakkında "Kıyas" vb. yollarla görüş ortaya koymalarına fıkıhta "ictihad" denilir.
"Din", temel esasları "değişmez" ilâhî esaslardır. Hayat ise yürüyor. Bu "değişmez" esaslar, yürüyen hayata nasıl cevap verecek?.. Bu sorunun cevabı İslâm Hukuku'nun kendi dinamiğinde mevcut. İrade edilmiş ki, "Kitab" ve "Sünnet" ile getirilen "değişmez" temel esaslara dayanılarak "yeni ihtiyaç"lara, yeni cevaplar bulunsun. İşte bu yol, yani "kıyas", gelişen ihtiyaçlar karşısında insanların imdadına yetişen dinî kolaylıklar olmuş...
"İctihad" müessesesinin temelinde, bütün çağları kuşatan İslâm'ın kendi öz dinamiği var. Gel gör bu dinamik bin yıldan bu yana işletilmemiş, âtıl bırakılmış.
İctihad yoluyla halli gerekli müşkilin giderilmesi 1 "kifaye farz". Şayet her devirde bu güçte âlim yoksa, o devirdeki bütün Müslümanlar, bu "kifaye farz"ın ifa edilmemesinin manevî vebali altında kalır.
Nasıl olmuş da Müslümanlar topyekûn bu vebalin altına girmişler? Bunun cevabı, İslâm'ın çağları kuşatan mesajından insanlığın nasıl mahrum bırakıldığının da cevabıdır. Toplu vebalin asıl sebebi budur.
İslâmiyet, insan tabiatına en uygun sistem olarak bazı dinî ve dünyevî işleri "ictihad" müessesesi ile konunun uzmanlarına ve onların "rey"ine bırakmıştır. Konunun uzmanları ortada gözükmeyince de din üzerine bilgi ve ihtisası bulunmayan birtakım "hevesli"ler "din" adına cahilce yorumlar, cüretkâr fetvalar üretmeye başlamışlardır. Türkiye'de ve İslâm ülkelerinde yüzyıllardır "din" bahâneli problemlerin temelinde bu yanlışlık, bu ihmal var.
İslâm dünyasının haline bir bakın: Her biri ayrı blokların, moda rejimlerin, çağdaş gülünçlüklerin figüranı. Sayın Taha AKYOL'un tabiriyle kimisi fanatik devrimci, radikal Müslüman; kimisi kronik gelenekçi... İslâmiyet'in kendi öz dinamiğini, tefekkür derinliğini temsil eden yok...
Yanlış ne zaman başladı, hangi boyutlara ulaştı? Konunun ehemmiyeti, bütün zaman ve mekânlara hitabeden İslâmiyet'in, yürüyen hayat karşısında bilerek bilmeyerek dondurulması, âdeta hayatın gerisinde bırakılmasıdır.
Önce "mutlak ictihad"ın cevazı tartışılmış. Belli mezheb esasları içerisinde "içtihad"ı caiz gören bu ilk yaklaşım, bilâhare "ictihad kapısının temelli kapanmış bulunduğu" umûmî kanaati ile noktalanmış...
Garip olan şu ki, bu kanaati savunanların hiçbiri, "mutlak müctehid" derecesinde muhit bilginler değil (H. Karaman; İslâm Hukukunda İctihad, Diyanet İ. Başk. Y. Ankara 1975, sh. 183 vd.)
"İctihad kapısı kapandı" diyenlerin devrin şartlarına göre şüphesiz haklı sebepleri vardı... "İyiniyet"e dayalı bu görüşleri külliyen red, bizim haddimiz değil. Fakat fiilen yaşanan budur ve İslâm'ın bütün zamanlara uzanan kendi iç dinamizmi böylece işletilemez olmuştur.
"İctihad kapısı"nı teorik olarak da kapatanların; hatta aynı anlayışla başka mezheblerin görüşlerinden istifadeyi bile kabul etmez hale gelenlerin gözleri önünde Müslüman milletlerin efkâr-ı diniyesi yabancı kültürlerin tasallutu altına düşmüştür. Daha önemlisi, bu fiilî durum, "ilâhî teklif"in âdeta ortadan kaldırılması gibi bir garip sonucu davet eder olmuştur. "Teklif" ortadan kalkarsa, "din"in hikmet-i vücudu nerde kalır?..
"-İctihad kapısı açık mı, kapalı mı?" sorusunu değerlendirirken, konuya bu açıdan bakmalı, beyoel-İslâm çareler aranmalıdır.
Cidde'de kurulan ve bütün İslâm ülkelerinin bilim adamlarıyla temsil edildiği, "İslâm Fıkıh Akademisi" bu konuda çare olacak mı?.. Zaman gösterecek.