(“Benden sonra sakın eski cahiliyeye dönüp, birbirinizin boynunu vurmayınız”)
İran mı Irak'ı, Irak mı İran'ı vurdu? Ne İran Irak'ı, ne Irak İran'ı vurdu. Müslüman, Müslüman'ı vurdu.
Şiraz'ın bahçeleri gül kokardı. Gül dererdi Şirazlı erkek, Şirazlı kadın, Şirazlı çocuk... Şiraz'da huzur vardı, aydınlık vardı, umut vardı. Şirazlı hayata daha bir iyimser, daha bir aydınlık bakardı.
"Hafızın kabri olan bahçede bir gül varmış;/ Yeniden her gün açarmış kanayan rengiyle/ Gece, bülbül ağaran vakte kadar ağlarmış/ Eski Şiraz'ı hayâl ettiren ahengiyle..." Şimdi Hafız'ın kabri olan bahçedeki gül; her gün yeniden açan renk; eski Şiraz'ı hayâl ettiren ahenk akılsız füzelerin boy hedefi olmuş... Ne bağı kalmış, ne bahçesi; ne gülü kalmış, ne fidanı; akılsızlığa kurban olmuş... Şiraz bir tuhaf, Şiraz'a bir hâl olmuş...
Kerkük-Musul, Bağdat-Basra bir komşu kapısı bizim için... Musul'dan, Kerkük'ten, Bağdat ve Basra’dan yığınla hatıramız var. Kimimizin babası, kimimizin dedesi, ama mutlaka bize yakın birileri askerlik yapmış; ticaret etmiş; ilim-irfan getirmiş Bağdat hazinesinden; Basra irfanından; Kerkük-Musul toprağından...
Uzün yüzyıllar önce, uzun onyıllar medeniyet sembolü, medeniyet merkezi olan Bağdat, şimdi mütehevvir... Bağdat müteyakkız; Kerkük-Musul; baştanbaşa Şattülarap ve Irak endişeli... Ne Aslan Yürekli Rişar'dan, ne Haçlı taarruzlarından... Adı Müslüman orduların işgal kararlılığıyla üzerlerine çullanmasından... Kılıçaslan'lar, Genç Osman'lar toprağın altında kahırlanırken; Rişar'lar, Aslan Yürekli'ler bıyık altından gülebilirler artık... Dün onların bize yapamadıklarını, bugün biz-bize yapabildik diye...
Hani Müslüman sadece küfre karşı ve Allah rızası için can verirdi? Hani Müslüman'ın kanı da ırz ve namusu gibi kutsaldı? Ölen şehadet, öldüren "cihad" ecri ile dönerdi? Hani "Sakın benden sonra birbirinizin boynunu vurmayınız" diyen bizim Peygamber'imizdi? Yoksa bu mefhumlar İran-Irak kördöğüşüyle anlam mı değiştirdi?
Yazık oldu Bağdat'a, yazık oldu Tahran'a, yazık oldu bunca Müslüman'ın Müslüman'ca kaygılarına!..
Kara toprak toprak olalı, böyle mânâsız, boş ölüm görmemişti... Adam öldüren silâhlar, Habil-Kâbil kavgasından bu yana böylesine sebepsiz can almamıştı. Ne Roma'nın zalim çizmeleri; ne Annibal'ın kanlı pençeleri; ne Neron'un çılgın böğürtüleri; ne Hitier'in tank-top ve paletleri bu kadar çirkinliğe koşabilmiş değildi.
Arif Nihat Asya bir başka sebeple yönelttiği siteminde ne kadar haklıydı: "Verilmiş ellerine bir takım kopillerin/Kundaklarla fitiller.../ Görünen hortumları, arkada saklı filler/ Bunlar Victor Hugo'nun değil/ Bunlar bizim sefiller..."
Yazık bunlar bizim sefiller!..
Nevcihan, Tebriz'de doğmuş, henüz ilkokul öğrencisi bir kız çocuğu... Soğuk bir Tebriz gecesinde kan-ter içinde uyandı. Bir rüya görmüştü. Bu korkulu rüyayı etrafına anlatamadı. Sadece rüyanın tesiriyle dalıp dalıp gittiğinde, "Ateş yağacak, üzerimize ateş yağacak" diye hayıflanıyordu. Birkaç gün geçmedi ki, Tahran'a gökten ateş yağdı. Savaşın öbür tarafı Bağdat'a, Basra'ya, Kerkük ve Musul'a da... Dediği olmuştu: Müslüman, Müslüman'ı vurmuştu.