Son yıllarda Türkiye'de çok sayıda ilmî toplantılar yapılıyor. Millî ve milletlerarası seviyede... Hepsi birbirinden güzel bir toplantıların bir kısmı da, "din öğretimi", "din hizmetleri" üzerine...
Bu memleketin okumuş insanının; doktorunun, hâkiminin, mühendisinin, özellikle din bilgininin, dinini bileninin az, çok az olduğu devirlerden bugünlere; artık din eğitimi seminerlerinin, sempozyumlarının yapıldığı günlere gelmişiz. Çok şükür... İnşallah daha iyi yerlere geleceğiz. Üniversitelisi - üniversitesizi, okumuşu-okumamışı,- ilâhiyatçısı - hukukçusu- mühendisi hepimiz. Millet olarak.
Bugünlere kolay gelmedik. 1949 yılında Ankara İlahiyat Fakültesi açıldığında o günlerimize şükrettik. Bugün 9 üniversiteye bağlı ilahiyat fakülteleri; yurt sathına yayılmış imam-hatip liseleri; Kur'ân kursları; ilk ve orta dereceli okullarda mecburî din dersleriyle Türkiye, tarihine yakışır bir çizgi üzerinde daha iyi günlere doğru tırmanmaktadır.
Fakat bazen bu bolluk içerisinde bile, eskiyi aratır kadirbilmezliklere; büyük-küçük tanımaz küfrân-ı nimet hamlıklara rastlıyor, üzülüyoruz.
Bu gûna bir olumsuzluğu, 26 Mart Cumartesi günü Ankara Kocatepe Konferans Salonu'nda istemeye istemeye yaşadık. Bu salonda Oluş ARIK, Nevzat YALÇINTAŞ, Naci BOR gibi ihatalı bilim adamlarının muhit ilmî konferanslarının tiryakisi olmuştuk, Bu cumartesi için yapılan çağrı da "-Kur'ân'ın Anlaşılmasına Doğru" sempozyumu içindi... İsim ve konudan, önceki bütünleştirici toplantıların ilmî ağırlıklı bir devamı olacağı imajı vardı. Dünyayı saran; bir ölçüde yurdumuzu da içine alan materyalist gidişe; kavga, bölünme ve huzursuzluklara bütünleştirici Kur'ânî bir çare mi gösterilecekti?.. Bunu ummuş, bunu beklemiştik.
Fakat sempozyumda, bir kısım tarafsız dinleyicileri de şoke eden bir "şov"la karşılaştık. Salon tek-düzey, önceden yönlendirilen öğrencilerle doldurulmuş; âdeta bir gösteri sergileniyordu. Oturumu yönetenler bundan rahatsız oldular ama, ne kürsüde konuşana, ne önceden yönlendirilmiş ve salonun çoğunluğunu oluşturan genç seyirciye, ne de üslup tedbirsizliklerine, üslup yanlışlıklarına hâkim olabiliyorlardı.
Salondaki sun'î "gösteri"nin bahanesi, sempozyumun adı ve konusuyla mütenasip bir bahane değildi: Bir yabancı bilim adamı, Kur'ân-ı Kerîm'in "i'caz"ını "19 rakamı"yla isbata yeltenmiş; yaptığı çalışmaları birkaç yıl önce Cezayir'de düzenlenen ilmî bir toplantıda "tebliğ" olarak sunmuştu.
Bu tebliğ Türkiye'de zamanın Diyanet İşleri Başkanı tarafından, basımı bitmek üzere olan kitabının sonunda yorumsuz olarak yayımlandı. Bir Y. Doçent ise tezin yanlışlığını tesbit ve tenkit etti.
Emekli olduktan sonra zaman ayırıp, konuyu incelemeye değer bulan Tayyar Altıkulaç Hoca, bir hakkaniyet örneği gösterdi. 20-21 Mart tarihli Tercümanda hem önceki kendi yayınını tenkit etti, hem nevzuhur "19" mucidi yabancı bilim adamını... Bu arada, yanlışı önceden tesbit ederek kamuoyuna açıklayan Y.Doçent'in (bugün doçent) bazı sehiv ve ilmî hatalarını da yazısında gösterdi. Yani konu bütünüyle ve ilmî bir neşterle tavazzuh etti. Kur'ân-ı Kerîm'in i'cazı üzerine yöneltilen cür'etkâr heves böylece ilmen ve fiilen her iki uzman ve bilim adamınca çürütüldü.
İşte ilmî bir toplantıyı gölgeleyen gösterinin sebebi bu!.. "Yanlışı sen değil, ben farketmiştim" veya "Sen benim yanlışımı nasıl bulursun? " iddiası...
Önemli olan "yanlış"ın tesbiti ise, bu nefsaniyet niye? Hizmette "rızâ-i ilâhî" dışında başka “takdirler” peşinde miyiz?...