Sevgili Ali Bilir
Duygulu, samimi, ihlâslı mektubunuzu okudum. Tekrar-tekrar okudum ve satır aralarına kadar serpilmiş iman-idealizm ve mefkûrenizi takdir ettim. Sitemlerinizi de... Bu sitemlerde haklı olduğunuz için değil, iyiniyetinize kail olduğum için... Bu iyiniyet varolduğu müddetçe, birbirimizi tenkit te etsek, yazışabilir, konuşabiliriz. Birbirimizi anlayıncaya kadar. Okuyan-yazan, bütün millet olarak...
Mektubunuzda, 21 Nisan 1989 tarihinde bu sütunlarda yayımlanan "FİTNEYE KAPILMAMAK" başlıklı yazımı yorumluyorsunuz. Yorumunuzda "samimiyet" ve "ihlâs" var ama, kusura bakmazsanız, biraz duygusallık da var. Olsun... Değil midir ki, şu istişareye fırsat vermiştir... Öyleyse faydalı olmuştur... Hem, eminim ki, yazımı sizin gibi anlayan okuyucularımız da çıkabilir. O halde, sütunlarımı bu istişareye ayırmak, gerekil olmuştur. "İnsanlar konuşa-konuşa anlaşır"... Ecdat yalan söylemez.
Sevgili Bilir,
Benim "Fitneye Kapılmamak" konusundaki temennimi "Cihad"tan geri durma şeklinde bir mesaj verebilir diyerek tereddüt, hatta endişe ile karşılıyorsunuz.
Benim böyle bir kastım olamaz. Anlıyorum ki, size ters gelen, "Cihad" denilen "Farz"ın doğru yorumu ve "Metod"u üzerindeki değerlendirmemdir.
"Cihad" nedir?. "Savaş"ta nedir, "Barış"ta ne?. "Cihad"ın hangi şekli, ne zaman "Meşrû"dur, ne zaman değildir?.
Bir de -"Fitne" denilen "Yasak" var... Şiddetle yasaklanan ve imanımız, vahdetimiz açısından endişe edip-korktuğumuz.
"Cihad" iyi anlaşılmazsa, metod ve yorumunda yanlışa düşülürse, kolayca "Fitne'"ye dönüşebilir.
Tarihi gözünüzün önüne bir getiriniz. "Sahâbe-i Kiram"ı birbirine kırdıran; her kesimin kendi yaptığına "Cihad" dediği korkunç "Fitne-Fesad" olaylarını...
Üçüncü Halife Hz. Osman Zinnûreyn'i, Kur'an-ı Kerim'i kıraat ve kitabet ederken şehid eden; mübarek kanını kıraat ve kitabet ettiği Kur'an nüshasının üzerine akıtanlar, biliyor musunuz ki, yaptıklarına "Cihad" diyorlardı...
Dördüncü Halife Hz. Ali Efendimize kılıç çeken "Ümeyye"... Onlar da... Hiz.Ali'yi de, Haz.Muaviye ve Ümeyye'yi de vurmak üzere ayağa kalkan "Harici"ler... Onlar da "Cihad" yaptıklarına kail idiler.
Halbu ki, Peygamberimiz Efendimiz "Ashab"ını ikaz buyurmuştu... Ve bizi...
"İstikbalde birçok fitneler ortaya çıkacak... O fitne zamanında, oturan, fitneye kapılıp-ayağa kalkandan; ayakta olan yürüyenden; yürüyen, koşandan daha hayırlıdır. Kim o fitneye âlet olursa, fitne onu yıkar. Kim, o zamanda bir sığınak, bir fırsat bulursa, hem oraya sığınsın... Yakasını fitneden kurtarsın"
"Ümmetim içinde ihtilâflar, ayrılıklar çıkacak. O fitne çıkaranların sözleri cilâlı, süslü ve güzeldir. Yaydıkları fikir ve fiilleri ise çirkindir. Onlar, karşılarındakini kandırmak için Kur'an da okullar. Fakat, nefislerini tatmin için okudukları Kur'an, boğazlarından aşağıya, kalplerine inmez... Yaydıkları fitne sebebiyle ok yaydan nasıl çıkarsa, onlar da dinden çıkarlar"...
Halife ordularına karşı "Kur'an-ı Kerim" şayfalarını kılıçlarının ucuna takarak-saldıranlardan; "Hakem" kandırmacalarıyla "Cihad" yapanlara; Emevî ve Abbasi saraylarında olanlardan- "Halife Sultan"dan "Şeriat" isteyenlere ve günümüze gelinceye kadar bunun örneklerini her devirde görebilirsiniz...
"CİHAD" NEDİR, NE DEĞİLDİR?
Öyleyse, şimdi de "Fıkıh" ve "Din İlmi"nde "Cihad" nedir, boyutları nelerdir, ona gelelim...
"Cihad" genelde, "Allah yolunda her çeşit vasıta ile çalışmak" demektir, özet olarak "Allah yolunda savaşmak"ta cihaddır. Savaş durumundaki bu cihad, "Farz-ı kifaye"dir Herkesin katılmak zorunda olduğu seferberlik halinde savaşa iştirak ise, "Farz-ı ayn"dır.
Seferberlik ve "Savaş" halini bir yana bırakırsak, "Barış" durumunda da, "Cihad" farzdır. "Mal" ile, "dil" ile, "kalp" ile ve her çeşit vasıta ile... Şüphesiz en büyük cihad ta, insanın önce kendi kendini (nefsini) ıslah etmesidir. Peygamberimiz Efendimiz, Tebük Seferi'nden dönerken, "-Küçük cihaddan-büyük cihada dönüyoruz" buyurmuştur. Demek, insanın önce kendini ıslah etmesi "Cihad-ı Ekber", en büyük cihad olarak vasıflandırılıyor. Tabi, bilahare de, çevresine karşı iyilikleri yaymak; kötülükleri ıslaha gayret göstermek... Bunun metodu da, Kur'an-ı Kerim'de gösterilmiştir: "Hikmet"le, "Hayır" ve "İyilik"le...
Burada bir incelik var: Kur'an-ı Kerim'de ifade buyurulan "Hikmet", "Mev'ıza-i Hasene", "Ahsen" metod... Bu inceliklere riayet edilmezse, "Cihad" zannedilerek yapılan şey, Allah korusun, geçmişte örnekleri çok görülen "Fitne"ye dönüşüverir...
İşte "Fitneye Kapılmamak" başlıklı yazımda işlemeye çalıştığım şey bu idi... Yazımı bu gözle yeniden okursanız, herhalde anlaşacağız. Yoksa halen de, her müslümanın önce kendi nefsine, sonra evladı, ailesi ve yakınlarından başlayarak, kademe, kademe iyiliği "emir", kötülükten "nehy" vazifesinden uzak durması, ifade ettiğimiz gibi, mü'min olmanın temel esprisine ve "cihad" emrine ters düşer.
BİR İNCELİK, BİR HATIRA
Burada, yaşadığım bir güzel "hatıra"mı da katarak, başka bir inceliğe işaret edeceğim:
"Cihad" müessesesi "Fitne"ye yol açmayacak; başarısızlığa düşmeyi önleyecek tedbirleri de içinde taşır. Yani "Cihad", dinamik bir müessesedir.
Hatıram şu:
Sanırım 1964-1965 yıllarıydı. İstanbul'da Milli Türk Talebe Birliği (MTTB) tarafından Cağaloğlu öğrenci Lokali'nde konferanslar tertip edilirdi. Bu konferanslardan biri de, rahmetli Necip Fazıl KISAKÜREK tarafından veriliyordu. Merhumun zaten her zaman "vurucu" ve "heyecanlandırıcı" olan konuşmasının dinleyenleri adeta ayağa kaldıran bir yerinde, bir "genç" adam, yerinden fırladı, sahnenin önünden kulise açılan ahşab kapıyı iki eliyle yumruklamaya başladı. Hem naralar atıyor, hem biçare kapıyı biteviye yumrukluyordu. Konuşmacı sustu, dinleyiciler sustu, salona sadece o genç adamın naları ve yumrukladığı kapıdan çıkan sesler hakim oldu... Bir kaç dakika süren bu masum çılgınlığa kimse müdahale de etmedi. Nihayet yorulan veya koyu sessizlikten ürkerek susan genç, debelenmeden vazgeçip, yüzünü salona döndüğünde, merhum Necip Fazıl, kulaklarımızda hala çınlayan, hepimize ibret şu "ikaz"ı yaptı:
"-Heyecan güzel.. Fakat bu heyecan ve enerjiyi, böylesine boşuna harcamamak; yerinde ve zamanında kullanmak daha güzel, en güzel, yek güzel... Gündelik, nefsi cezbelere değil; o yerindeliğe, o güzelliğe talip olun!"
Değişik şekillerde tezahür eden o "cezbe" ile biz ne "boş", ne "sonuçsuz" işlerle meşgul olduk...
Bakınız, benden daha iyi bildiğinize inandığım bir başka hatıra: "Akıncı", "Milli Görüşcü" gençlerin arasına karışıp, "-Bizim asıl düşmanımız ne Amerika, ne Rusya'dır... Şu itçiler, şu kurtçular var ya, işte asıl düşmanımız onlardır!" diyen provakatöre "cezbe"ye gelip-alkış tutulduğuna da; "Ülkücü"lerin arasına karışan aynı kişinin "-Bizim asıl düşmanımız, şu ecmaînciler var ya, işte onlardır!.." telkinine aynı "cezbe" ile iştirak edildiğine de şahit olmuşuzdur. Sultanahmet Camii'nde "Toplu namaz" çağrısı ile toplanan cemaatı, "Ayasofya" üzerine yürütmek için kimceğizlerin tahrikte bulunduklarının da şahidiyiz.
Bu tertip ve tahriklerin hangi safhasında, hangi provakatör var kestirebilir misiniz?. İşte "Fitne" ve "Fesad"tan korkumuz bu!..
Son aylarda kimlerin tahrikiyle diri tutulmaya çalışıldığını takdirinize bıraktığım nevzuhûr "Dini hassasiyet"lerin, mü'min feraseti ve "teyakkuz"u ile karşılanması gerektiği şeklinde teklifin, bu gerekçelere dayanmaktadır.
Bu vatan bizimdir. Kaybedecek hiçbir şeyi olmayanlar, her türlü tertibe girişebilirler. Biz bu tahriklere kapılmayız. Zira onların kaybedecek bir şeyleri yok ama, bizim çok şeyimiz var.. "Milli" mücadele ve davamızın dinamiği kendi içindedir
"DEVLET" VE...
Sayın Bilir, bir farklı mülâhazam daha var: Biz, "Devlet" ile, onu idare edenleri birbirinden ayırırız. "Devlet"i idare edenler bir hata yapmışlarsa, onun faturasını "Devtet"e kesmeyiz.
Niçin?. Şunun için: "Devlet" bir şahs-ı mânevidir. Adı "Beğlik" te olsa, "Sultanlık" ve "İmparatortuk" ta olsa, "Cumhuriyet" te olsa değişmez... O şemsiye olmadan ne "ırz" ve namusumuzu koruyabilir, ne hürriyetlerimizi!.. Devtet'i idare edenlerin "Din" ve diğer mukaddesler konusundaki "Anlayış" ve "Uygulama"ları değişebilir. Fakat "Devlet" şemsiyesinin zaruriliği hiçbir zaman değişmez.
Nitekim, anlayışlar değişmiştir. Dün "Ezan", "Tanrı uludur" diye okunuyordu... Bugün aslı ve icabınca okunuyor. Dün dini tedrisat yoktu. Bugün hiçbir İslâm ülkesinde olmayan boyutta var ve "Anayasa" teminatı altında... Dun "Dini neşriyat"a iyi gözle bakılmazdı. Bugün "Devlet" kendi bütçesinden dini neşriyat yapıyor. Kur'an Kursu yatırımları yapıyor.
Demek, "anlayış" ve "uygulama"lar değişiyor. O halde dünkü ve bugünkü yanlışların faili "Devlet" değil.
Bu inceliği de size hatırlatıyorum. Bunun farkında olunca, kişiler, anlayışlar ve tatbikatlara karşı tavrımızı niçin bir şahs-ı manevi olan masum "Devlet"e yöneltmememiz gerektiği kendiliğinden anlaşılır.
Sonuç olarak: İman ve idealizminizi kaybetmeyiniz! Mefhum, müessese ve tatbikatlar konusuna ise, size sunduğum "Metod" ve yorumlar ile dönüp, bir daha bakınız!.. Ulutmayınız ki, "tefekkür" de bir ibadettir, saygı ve sevgi sunuyorum...