Geçen sayıda, Buhara ve Taşkent'te bulunan iki cemaat din olculunda, "Kur'an-ı Kerim", "Hadis", "Tefsir", "Fıkıh" gibi dini dersler yanında "Sovyet Tarihi", "Siyasi İktisat", "Sosyoloji" gibi dersler de okutulduğunu yazmıştım.
Şüphesiz bu dersler, siyasi "rejim" istikametinde "şartlı" ve "yönlü" olarak okutuluyor. Bunu şundan anladım:
Semerkent yakınındaki bir "Kalhoz"da, "Şeftali" bahçeleri ortasında, bir akarsu başında ağırlandık. Yemekten sonra, bana uçsuz-bucaksız gibi gelen bahçede yürüyüşe çıktım. Sistemli ve plânlı kurulmuş büyük bahçede dolaşırken, belki de kaybolmamam için beni takibe çıkan "Kolhoz" yöneticisi bir zat ile, bize refakat eden Babahan Merbumun yardımcısı Yusuf Han Şakir ile "sohbet" imkânı da buldum.
"İSTİSMAR HÜRRİYETİ"
"Kolhoz" idaresi ve burada çalışanların malî hakları konusunda bilgi alır ve Türkiye'deki iş ahlakından misaller verirken, sohbet birden sertleşiverdi. Yusuf Han Şakir celâllendi ve Türkiye'yi kötülemeye başladı, özetle şöyle:
Türkiye'de iktisadî eşitlik ve hürriyet yoktu. Türkiye'deki hürriyetin adına "istismar hürriyeti" denirdi. Türk işçisi çalışır, "Vehbi Koç", "Sabancı" gibiler kazanırdı. Türkiye "Kapitalist" bir ülkeydi ve Amerika'nın güdümünde idi. Türkiye'de Amerikan askerleri, Amerikan ajanları vardı. İşçi ve çalışanın hakkı değil, Koç ve Sabancı gibi zenginlerin ve Amerikanın hakları geçerli idi...
Sovyet sınırları içerisinde kalmış Türk topraklarında, hem de bir dinî idare yöneticisi soydaştan bunları duymaktan hayrete düştüm. İfadeler, Türkiye'deki birilerinin üslûbu ile tıpa-tıp aynı idi. "Sabancı" dostun kulakları çınlasın, "Koç" ve "Sabancı"ya kadar herşeyi de biliyordu.
Ben, Türkiye'nin "Kapitalist" ve "Sosyalist" bir ülke olmadığını; bu ikisi dışında, belki ikisi arasında "Karma ekonomi" adıyla kendine mahsus bir iktisadî sistem uyguladığını uzun-uzun anlattım, özetle şunları ifade ettiğimi hatırlıyorum:
Türkiye'de "Ozel mülkiyet. Özel teşebbüs" vardır. Fakat bu "mülkiyet ve özel teşebbüs hakkı" katı Kapitalizm'de olduğu gibi "sınırsız" değildir. Mülkiyetin "istismar"ı sınırında "Devlet" vardır. Devlet, mülkiyet hakkının istismarına izin vermez. Çalıştırılan işçinin "asgari ücret"ini "devlet" tespit ve kontrol eder. "Emeklilik", "İzin" gibi birtakım "sosyal haklar"ını da... Bu haklar konusunda işçinin işverenle pazarlık hakkı vardır. Bu pazarlık hakkını güçlendiren "sendika" kurma ve ona katılma hakkı, "Grev" hakkı gibi hakları da keza "Devlet" himaye ve garanti eder. Bu resmi tedbirler, "mülkiyet" ve "özel teşebbüs"e getirilen resmi kontrol ve tahditlerdir.
Türkiye de doktriner "sosyalizm"den farklı olarak "Devlet Kapitalizmi" de yoktur. Kişiye "mülk edinme", "kazanma", kazandığını -kamu menfaati mülahasasıyla getirilen resmî tahditler dışında- istediği gibi tasarruf etme hak ve hürriyeti de tanınmıştır. Kazandığına sahip olamayan kişi "verimli" çalışamaz. Bu iktisadî hürriyet dışında, Türkiye'de "çalışma", "iş seçme", "okuma", "fikir ve inanç", "ibadet", "seyahat", "seçme", "seçilme" vb. hürriyetler de vardır. Bunlar da sizden, sizin rejimden farkımız.
GÜÇLÜ PROPAGANDA
Ben bunları ifade ederken, dikkatlice dinlediler ama, hiç duymadıkları şeyleri dinler gibi değillerdi ve savunma-taarruz psikolojisi hâkim olacak ki, inanmış ta görünmediler. Amerika Birleşik Devletleri'ni biteviye "saldırgan" bir devlet olarak nitelendirirken; Sovyetleri hayrettir "barışçı", hatta dünyada barışın teminatı olarak görüyorlardı. Kendilerine Çekoslovakya'nın Sovyet Orduları tarafından işgalini, Macaristan'ın nasıl kanlı şekilde talan edildiğini; "Varşova Paktı" üyesi devletlerin, nasıl Sovyet baskısı altında yani sömürge gibi tutulduğunu hem sordum, hem anlattım. Hayrettir, bunları bilmiyorlardı. Belki de "bilmez" göründüler.
Aslına bakarsanız, Yusuf Han Şakir'de Kalhoz yöneticisine karşı bir kendini gösterme; ona şirin görünme; kraldan fazla kralcı olma psikolojisi de hissediliyordu. Belki de buna mecbur idi kimbilir...
Stalin'in içeride yaptıklarına gelince, bunu hakkıyla biliyorlardı. Hatta Sovyetler'de organizeli bir "Stalin Düşmanlığı" da var. Stalin'i kötülemek, prim getiriyor, "Lenin" ise resmen korunuyor. Cadde-sokak ve işyerleri, "Lenin"in çeşitli boylarda resim ve posterleriyle süslü...
Hayret ettiğim bu tartışmadan sonra, bizim "mihman"ları zaman-zaman yokladım. Hallerinden memnun görünüyorlar. Daha doğrusu, resmî propaganda, bu yarı-resmi görevlileri oldukça etkilemiş. Hiçbiri ne Çekoslovakya, Macaristan işgalinin, ne de dünya üzerindeki "Sovyet askeri tehditi"nin farkında... Dahası, mülkiyet-fikir-inanç ve ibadet hürriyetleri konusundaki resmî tahdit ve tehditten de âdeta rahatsız değiller... Belki bize öyle güründüler...
Karşılaşabildiğimiz sade "halk"tan kişilere gelince... Onların birşey söylemelerine lüzum yok. "Lisan-ı hâl" ile, yani hâl ve tavırlarının dile gelmesiyle zaten herşey anlaşılıyor. Bizim yüzümüze derin-suskun-çileli bakışları yetiyor. Bir şey sorunca ise, bir süre susuyor, her kelime arasında mübalağasız birkaç saniye düşünerek konuşuyorlar. Sessiz ve suskun. Çileden, korkudan...
HANİ "DİN AFYON"DU?
Özbekistan içerisindeki seyahatimiz esnasında bir gün, Rus asıllı "Komiser"e sordum:
"Bizim bildiğimiz kadarıyla Komünizm'de dinin yeri yoktur. Hatta dinin afyon gibi insanları uyuşturduğu inancı, resmi bir kanaat ve tercihtir. Ölyeyse, bu dini idareler, amiler, camilerde ibadet edenler, bizlere yapılan din konulu davet ve karşı davetler, bunlar neyin nesidir" diye cevabı riyasız ve objektif idi:
"Biz henüz komünizm safhasına ulaşmadık. Gerçek Komünizm gerçekleşince, din de kendilisinden ortadan kalkacak."
Aynı resmikişi bize, Sovyetlerde herkesin Komünist Parti'ye üye olmadığını, üye Komünist sayısının 15-20 milyon kadar olduğunu da ifade etti.
Sovyetlerin nüfusu göz önüne alındığında parti üyesi sayısının, öyle yüksek bir rakama ulaşmadığı dikkati çekiyor. Dikkati çeken başka bir husus şu: Komünist Partisine üye olmanın bir şartı da "ateist" olma mecburiyeti... Fakat bize şunu ifade ettiler: Komünist Parti'ye üye olduğu halde, gerçekte Allah'a inananlar, hatta gizli gizli ibadet edenler varmış... "Hani din afyondu?" diye sormamak elde değil...