*SAYIN MERT!.. Ahmet Yesevi Üniversitesi yüksek lisans öğrencilerine Ankara'da verdiğiniz bir konferansta "Bilgi Çağı" ve "Bilgi Toplumu" şartlarında ortaya çıkacak sosyal ihtiyaçları dile getirdiniz. Bu bağlamda şimdiye kadar gündeme getirilmemiş yeni şeyler söylediniz. Bu yeni ve orijinal teklif ve tespitleri okuyucularımıza da duyurmak istedik, önce konuyu açıklar mısınız? Nedir "Bilgi Çağı" ve "Bilgi Toplumu" şartları dediğiniz koşullar?
İnsanlık "Bilgi Çağı", "İletişim Çağı", "Sanayi ötesi Çağ" vb. denilen yeni bir döneme girmektedir. Bu yeni dönemde "Bilim"in ve bilgisayarlara uyarlı kalkınma modelinin öne çıkacağı; kalkınmada insan -ve kol- gücünün devre dışı kalacağı; eğitimde, kalkınma tekniklerinde, aile yapısında ve sosyal hayatta zorunlu yeni yapılanmaların oluşacağı varsayılmaktadır.
İleri ülkeler, bu yeni döneme hazırlanmak amacıyla bir yandan bilgi teknolojilerine yönelirken, diğer yandan toplumun temel değerleri ile irtibatlı sosyal siyaset projeleri üretmektedirler.
İnsanlığın bu yeni gelişmişlik döneminde, ifade ettiğim gibi kalkınmanın büyük ölçüde bilgisayarlara uyarlı olacağı ve bilgisayarlarla yönlendirileceği; insan -ve kol- gücünün kalkınmanın aracı (vasıtası) olmaktan çıkacağı; binaenaleyh, boşa çıkan insan yığınlarının huzurunu -ve mutluluğunu- sağlayacak yeni sosyal tedbirler alınması gerektiği varsayılmaktadır.
*"Bu tedbirlere geçmeden önce, sözünü ettiğiniz şu "Bilgi Teknolojileri" kavramı ve bu konudaki gelişmelerden söz eder misiniz?
İnsanlık, "Bilgi Teknolojileri"nde şok gelişmeler yaşamaktadır. Tarım toplumuna geçebilmek için bin yıl bekleyen insanoğlu, üç yüz yılda sanayi çağını idrak etmiş; sanayi ötesi çağa geçebilmek için dur-durak bilmez bir teknolojik yarışa girmiştir, öyle ki, müjdesi -ya da haberi- verilen bu yeni çağa verilen isimler bile bu yeni dönemin değişkenliği ve teknolojik dinamizmini göstermeye yetmektedir. Kimine göre "Uzay Çağı", "İletişim Çağı", "Elektronik Çağ" denilen yeni dönem, diğer bazılarını tarafından "Teknetronik Çağ", "Bilimsel Teknolojik Devrim" olarak tavsif olunmaktadır ama, hepsinde değişmeyen husus, bu yeni dönemin, mevcut toplum yapısı açısından "şok" gelişmeler olduğu.
*Nedir bu "şok gelişmeler" denilen şey?
3'ncü bin yılın şok devrimi denilebilecek olan bu dönemde "Aile" müessesesinin sarsılacağı; geleneksel ekonomik kurumların dağılacağı; siyasi sistemlerin felce uğrayacağı ve yerine yenilerinin ikame edileceği; bürokrasilerin devrileceği; millî devletin rolünün sınırlanacağı; eski üretim ve fabrika düzeninin çağdışı kalacağı varsayılmakta; yeni bir "aile" tipinin, "elektronik köşk" denilen yeni bir evrim ve kurumun hayatımıza gireceği ifade edilmektedir.
Toffler, "Gelecek Korkusu: Şok"; "Yeni Güçler, Yeni Şoklar" adı ile Türkçe'ye çevrilen eserlerinde bir yandan bu "şok" tahminleri yürütürken, diğer yandan yine Türkçe'ye çevrilmiş "Üçüncü Dalga" isimli eserinde daha yumuşak bir ifade kullanmakta ve "Üçüncü Dalga" diye nitelediği bu yeni dönemde "üretici" ile "tüketici" arasındaki tarihî kopukluğun giderilebileceği; akılcı bazı müdahalelerle tarihin ilk ve gerçek insancıl uygarlığının kurulabileceği müjdesini vermektedir.
*Sayın MERT, bu söylenilenler birer varsayım mı, yoksa gerçek yanı da var mı?
Toffler ve benzerlerinin bu varsayımları zamana ve mekâna bağlı, bilimsel bir gerçeklik olarak söylenmemiş olabilir. Fakat geçmişin ve bugünden okunabilir geleceğin bilimsel verilerine dayanan bu öngörüler, "Bilim" ve ona dayalı teknolojinin hayatımızı nasıl etkileyeceğinin ve değiştireceğinin doğru habercileridir. Bu "şok" uyarıcılara kulak vermek, akılcı bir yol olsa gerektir.
Unutmayınız ki, bütün bilimsel gelişmelerin ve sosyal gerçekliklerin tedbirleri, bu tür varsayım, faraziye, daha doğrusu öngörülerle alınıyor.
*"Yeni sosyal tedbirlerden söz etmiştiniz. Bu yeni çağa hazırlık tedbirleri mi bunlar?
Aklınızla yaşayın, aynen öyle .. Batı toplumu ve Batılı bilim adamları, bu yeni gelişmelerin ve şokların sosyal dokuda yol açtığı katılıkları yumuşatabilmek için toplumun temel manevî ve ahlakî değerleri ile irtibatlı "Sosyal Siyaset" projeleri üretmektedirler.
Bu çalışmaların amacı servet edinme yollarının ve servet farklılıklarının toplumda yol açtığı sosyal gerginlikleri gidermek; toplumun farklı kesim ve katmanları arasında barış, huzur ve ahengi temin ve tesis etmektir. Zira bu tedbirler, toplumun çeşitli katmanları arasındaki servet, kültür ve -özellikle- inanç farklılıklarını giderici, ya da entegre edici bir rol oynayacaktır.
Batıda sosyologlar, din adamları ve tabî dolayısıyla Kilise, bu tür politikaların oluşmasında ve geliştirilmesinde girişimlerde bulunuyorlar. Bu politikalar üretilirken, toplumun temel manevî değerlerinden yararlanılması, halka benimsetilebilmesi açısından şüphesiz gerekli oluyor.
*Bu sosyal siyaset proje ve tedbirlerini ülkemiz açısından da değerlendirebilir misiniz?
Ülkemizde maalesef sular bulanık. 150 yıldan bu yana bir "Doğu-Batı" ikilemi yaşıyoruz. Buna bir "kültür alaborası" diyebilirsiniz. "Batılı" olalım derken, kendi değerlerimize sırt çevirdik. "Batı"dan alacaklarımız vardı ama bunu yaparken kendi değerlerimizi dışlamak gerekmezdi.
Kendi değerlerimizi terketmeden, onları bir iç dinamik olarak arkamıza almak suretiyle Batı'nın bize lâzım olan tekniğini alsaydık, herhalde bugün bulunduğumuz yerden başka yerlerde olurduk.
Ülkemizde "Din-Devlet" münasebetlerinin bir türlü yerli-yerine oturtulamamasından kaynaklanan gayr-ı tabiîlik sebebiyle, sosyal siyaset politikaları oluşturulurken İslâmî değerlerden ve buna dayalı tarihî müesseselerden yararlanılmıyor.
"Din işleri ile Devlet işlerinin ayrı tutulması" prensibini, yanlış olarak dinin dışlanması şeklinde algıladık. Halbuki "Laiklik", dine ilgisiz kalmak; dini toplum dışı tutmak; dine karşı çıkmak demek değildi. Nitekim, Laiklik uygulamasını ve "Din-Devlet" münasebetlerini yerli-yerine oturtan, çoğu Batıda olmak üzere ileri ülkeler, sosyal bünyelerinin sağlamlaştırılmasında kendi öz değerlerinden yararlanıyorlar. "İdeolojiler" dönemini kapatan küresel gelişim süreci, insanlığı toplumların iç dengelerini gözeten; tarihî, manevî / ahlâkî iç dinamiklerini işleten; bu suretle toplumun toplu huzurunu sağlamayı amaçlayan -ve kuşkusuz "Bilgi Çağı" şartlarını da kucaklayan- sosyal siyaset politikalarına yönelmiş bulunmaktadır.
Biz henüz, "Doğulu ve Müslüman-Türk olmak mı?" yoksa "Batılı ve çağdaş olmak mı?" kompleksini, ikilemini aşabilmiş değiliz.
*Doğrusu nedir?
Hem Müslüman ve Türk olmak, hem Batılı ve çağdaş olmak mümkündür. Doğru olan da budur. Her millet, teknik buluş ve gelişmeleri izler ve benimser; daha doğrusu izlemeli, bulmalı ve almalı ama inançlarından, kültür ve yaşayışında kendi değerlerinden kopmamalıdır.
Doğru olan budur.
*Yani siz, İslâmî değerlerle çağdaş değerlerin uyuşabildiğini ve birbirine zıt olmadığını ifade ediyorsunuz.
Tabiî ki öyle... İslâmiyet'in dünya işleri ile ilgili referansı akıl, re'y ve çalışmadır.
Bunlar bugün çağdaş dünyanın da evrensel değerleridir. İslâmiyet'in "Adalet" , "Malcan" masuniyeti, "Akıl" ve "Nesil"in korunması vb. prensipleri, bugünün de evrensel değerleridir. "Zıtlık" ne demek, aksine bu hükümler İslâmiyet'in bütün zamanları, bütün mekânları kuşatan iç dinamikleridir.
*Konunun akademik boyutundan da söz eder misiniz? Türkiye ve Üniversitelerimiz açısından... Yani konunun öğretim boyutu nedir?
Üniversitelerimizde "Sosyal Siyaset" kürsüleri vardı. Şimdi bu kürsüler "Çalışma Ekonomisi" adını almış. Yani sosyal siyaset öğretisi, "Çalışma Ekonomisi" kürsülerinde bir iç bölüm olarak okutuluyor. İşin muhtevasına gelince, pratikte bu konuda teklif, tedbir, proje cinsinden bir tezahür görüyor muyuz? Maalesef hayır. Aksine ülkede ekonomik ve sosyal içerikli gerginlikler artıyor. İlgili Bakanlık ve kuruluşların uygulamalarıyla ilgili tabandan gelen toplu tepkiler bu uyğulamaları yapanlarca göz ardı ediliyor. Buna dayalı olarak ferdin-topluma, fert ve toplumun Devlet kurumlarına olan güveni giderek daha çok sarsılıyor.
Türkiye'nin iç ve dış hassasiyetleri yani içerideki ve dışandaki fitne odakları bu durumu, güvensizliğin artması istikâmetinde kullanıyorlar. Daha doğrusu bu zaafları istismar ediyorlar. Ne öğretim plânlaması üreten özel-resmi kurum ve kuruluşlar, ne de öğretimin yapıldığı üniversiteler ve akademik müesseseler bu güven bunalımından ve gerginliklerden şikayetçi değiller. İşte problemlerin kalıcılığını ve suların bulanıklığını sürdüren asıl sebep budur.
*Yukarıda "tarihî müesseselerimiz" tabirini kullandınız, Yeni öğretiler değil mi "Bilgi Çağı", "Bilgi Toplumu" kavramları? Bizim tarihimiz ile bu kavramları nasıl irtibatlandırıyorsunuz?
Türk Milleti, İslâmiyet'in "İnfak" yani zenginden-fakire yardım akışı; "Kul Hakkı" yani kişi ve toplumun hukukuna riayet anlayışı; "Müsamaha", "Kardeşlik" vesaire gibi cihanşümul hükümlerini en iyi anlayan; en iyi uygulayan; en iyi yaşayan ve yaşatan millet olmuştur. Özellikle "Vakıf", "Ahilik" ve "Tevcihat" müesseseleri bu anlayışın kurumsallaşmış, somutlaşmış, gerçek olmuş sonuçlarıdır.
Batılılar, bizim bu tarihî uygularımızı merak ediyor ve inceliyorlar... Yani, bu müesseseleri, toplumu yönlendirerek sosyal siyaset projeleri olarak yeniden gündeme getiriyorlar.