Bu yaklaşım, kar altında ve zemheri soğuğunda çadırda yaşayan depremzedeleri düşündükçe, kendimizi de onların arasında hissederek ulaştığımız bu bayrama ne kadar da denk düştü…
Çocukluk günlerimizin bayramlarını hatırlarız. Arkamızda dağ gibi büyükler olurdu. Aile büyükleri. Biraz da korkarak sevdiğimiz baba; bizi dizine oturtan, okşayan, koklayan, cebimize harçlık koyan nur yüzlü büyükbaba; bizi emziren çimdiren çilekeş anne; ağzı dualı büyükanne; baba yarısı amcalar, dayılar, anne şefkatli teyzeler, halalar; bastıkları yerden ateş çıkartan ağabeyler, ablalar ve bayramdır diye eli öpülen diğer büyükler...
Bayram deyince onlar akla gelmiyor mu? Bayramdır diye elbiseleri gibi tavırları da değişen, yenilenen, temizlenen büyükler.
Hayat yürüyor. Şimdi o nur yüzlüler, ağzı dualılar yerinde biz varız. İşte bunun için sorumluluğumuz ağır!.
Dünkü bayramlarla bugünküleri bir karşılaştırınız! Dünküler daha manâlı, maneviyatlı, daha renkli, daha içten değil miydi?
AYAŞ'TA BAYRAM
10 yıl kadar önce Ayaş’ın "İlhan" köyünde yaşadığımız bayramı hatırlıyorum. Bugün gibi...
Köy, daha arefeden bayram havasına girdi. Hergün erkenden domates tarlalarına, üzüm bağlarına dağılan köylü, o gün ya hiç çıkmadı veya eve erken döndü. Kılıklarında, kıyafetlerinde bir değişiklik başladı. Çocuklar, gençler, olgunlar, yaşlılar, toz-topraklarını üzerlerinden attılar… Küçük kızların saçları tarandı, pelik-pelik örüldü, bayramlıkları ve güzel kokularıyla sokaklara döküldüler…
Arefe akşamı cami daha bir kalabalıklaştı. Her gün sadece tarlasını-tezeğini gören yorgun insancıklar, birbirlerini görmeye, hal-hatır sormaya itina gösterdiler.
Bayram sabahı alaca karanlıktan itibaren cami her yaştan İlhanlılar'la doldu. İlhanlı olup da Ayaş'ta, Ankara'da çalışanlar da bayram namazını köy camiinde kılmaya ayrı bir ihtimam gösterdiler. Ak-pak örtülü hanımlar ise tül ile örtülü mahfelde yer aldılar.
Nur yüzlü hoca, koca köyü karşısında görünce, bir yıllık birikimin verdiği salâbetle, İlhanlı’yı adeta "ASR-I SAADET"e götürdü. Fırsatı öyle bir değerlendirdi ki, söyledikleri İlhanlı'ya sadece bir bayram değil, bir yıl değil, bir ömür yeterdi…
Namazdan sonra cami önünde bayramlaşma başladı. Köyün büyüğü olan hocayı ilk bayramlayan bir yaşlı oldu. Diğerleri onu takip etti. Önce yaşlılar, sonra gençler ve çocuklar... Hoca ile her bayramlaşan, sıra ile onun sağında yer aldı. Sonunda köyün sokaklarına kadar kıvrıla kıvrıla öyle bir dizildiler ki, en sondaki de işini bitirip yerini aldığında bütün köylü birbiriyle bayramlaşmış oldu. Bu biteviye dizilişle ortaya çıkan rengârenk manzara niçin ve nasıl filme alınıp da, bizim haber ve görüntü avcısı televizyonlarca kapışılmadı, hâlâ düşünür, şaşarım.
O kıyafetler, sadece el öpme değil, omuzu omuza vurarak kucaklaşmalar, yaşa ve başa göre değişik iltifat, üslûp ve tavırlar…
İş bununla bitse iyi… Bayramlaşmadan sonra kimse evine dağılmadı. Büyükler başta, o kalabalık ağır-ağır "KÖY KONAĞI" na intikal etti. Taş merdivenlerden çıkılan bu iki katlı yapı ne bereketli bir konakmış!.. Mastapalara ve yerlere oturan kalabalık, kapıdan nasıl sığdığını bir türlü anlayamadığım koca bakır siniler etrafına dizilip evlerden yağan geleneksel bayram yemekleriyle doyuruldular.
Tanıştırma sırasında "İhtiyarlar Heyeti", "Gençler Heyeti" diye lâflar duydum… Meğer bu tarihi köyde bu adla iki hey'et varmış. İhtiyarlar konağı ayrı, gençler konağı ayrı. İhtiyarlar kendi aralarında fırsat buldukça bir araya gelirken, gençler de zaman zaman oyunlar, eğlenceler tertip ederlermiş. Köyün asayişini, her yaş grubunun disiplinini bu hey'etler sağlarlarmış.
Köyde karakol yok. Karakolluk bir olayı hatırlayan da yok…
İlhan'ın bayram geleneği bugün acaba kaç köyümüzde kaldı? Dünkü büyükler, dünkü nur yüzlüler bugün azalıyor. Bayram geleneği ise, her şeye rağmen çok şükür yaşıyor
İSLÂMIYETTE BAYRAM
Peygamberimiz Efendimizin şöyle bir hadisi var: "İslâmiyet'ten önce Medinelilerin kutladıkları; gülüp-oynadıkları iki bayramları vardı. Cenab-ı Hak o iki bayramı, onlardan daha hayırlı iki bayrama tebdil etti: Fıtır (ramazan) bayramı ve kurban bayramı"…
Hazret-i Peygamber'in Medine'ye hicretinin ikinci yılından itibaren, Ramazan ve Kurban bayramları böylece kutlanmaya başlandı.
Ramazan orucu ilk kez Hicret'in ikinci yılında farz kılınmış ve Medineli Müslümanlar, ramazanı takipeden ayın (Şevval) ilk üç gününü bayram olarak kutlamışlardır. Bu sebeple bu bayrama ramazan bayramı yada bayramdan önce firar sadakası verildiği için fıtır bayramı denilmiştir. Bu bayram süresince yapılan ziyaretleşmelerde özellikle şeker ve çeşitli tatlılar ikram edildiği için halk arasında Şeker Bayramı olarak şöhret bulmuştur.
Kurban bayramı namazı da, Hicretin ikinci yılında teşri kılınmıştır. Kurban bayramı, Hazret-i İbrahim'in, oğlu İsmail'i kurban etmek istemesi; Hz. İsmail'in ise bu isteği kabul etmesi üzerine ve onun yerine, bu gönüllü sadakatin karşılığı olarak bir hayvan kurban edilmesinin hatırasını taşımaktadır.
Dini bayramlar olmasına rağmen bu iki bayramda da toplu sevinç, eğlenme, kollektif kutlama, tarihi espriye uygun ortak özelliklerdir. Nitekim bir bayram günü Hazret-i Peygamber eşi Aişe ile birlikte kahramanlık ezgileri söyleyen kız çocuklarını dinlemiştir. Bu manzarayı yadırgayan ve müdahale etmek isteyen Hazret-i Ebu-bekir'i ise, "Her milletin bayramı vardı. Bu da bizim bayramımızdır" diyerek ikaz etmiştir. (Buhâri: İdeyn 3; Müslim: Salâtü İdeyn, 16) Bu dini bayramlar topluca eğlenmeye; Medine mescidinde kılıç-kalkan oyunu tertip edilmesi ve Hazret-i Peygamberin, eşi Aişe ile birlikte bu oyunu seyretmesi örnek olarak gösterilmektedir. (Buhari: İdeyn 2; Müslüm-Salâtü İdeyn, 16)