Bir kesim ibadetini yapıyor; namazını kılıyor, orucunu tutuyor. Hatta zahmetlere girip, hacca bile gidiyor ama iş ve meslek hayatında, alışverişinde, çevre ile münasebetinde -diğer insanlara nisbetle- bir farklılık yok... Müslümanlık bazı ibadetleri ifadan ibaret sanılıyor; "bunları yaptım, işim bitti" deniliyorsa, bu İslam’a "dar" açıdan bakmaktır ve yanlıştır. Diğer kesim namaz-oruç, din-diyanet denilince hoşlanmıyor; kaçıyor... Yakın durursa rahatsız / huzursuz olacağını düşünüyor... Bu da İslâmiyet'i tanımamak, bilmemek, adeta ona "yan" bakmaktır... Bu iki bakışın, iki farklı değerlendirmenin ikisi de İslâmiyet’e karşı haksızlık, ikisi de yanlıştır. Zira İslâmiyet, ikisinden de münezzehtir.
İBADETLER DÜNYAYA YÖNELİK
Önce birinci yanlıştan başlayalım: İslâmiyet'in amacı ahlâkî dürüstlük ve olgunluktur. Ataların "İnsan-ı kâmil" dedikleri bir kemal/olgunluk…
Aile hayatında hem disiplinli, hem şefkatli… Çocuklarına örnek ve model…
İş hayatında kılı kırk yaran… İşveren kişi ise çalıştırdıklarının hukukunu kendi hukuku gibi gören, bilen, savunan... Onları işyerinde de, işyeri dışında da görüp-gözeten... Hani Peygamberâne tabir ve tutumla onlara yediğinden yediren; giydiğinden giydiren; ücretlerini henüz terleri kurumadan veren... Çalışan kişi ise, ekmek teknesini namusu bilen... Aldığı ücreti hak eden, helâl ettiren…
Sosyal hayatta güleryüzlü, diğerkâm… Çevresine güven veren... Yapıcı, olumlu... Kendisi ve çevresi ile barışık… Arabozan, lâf taşıyan, kalp kıran değil; arabulan, gönül alan ve barıştıran...
Alışverişinde kul hakkını gözeten... Satıcı ise alıcının; alıcı ise satıcının hukukunu kendi hukuku bilen... Ferdî hayatında olgunlaşmayı/kemâli hedef alan... Yine Peygamberi tabirle "iki günü birbirine eşit" olmayan… İçini de, dışını da, çevresini de temiz tutan…
Yeryüzünü imar etmeyi; yeraltı, yerüstü kaynaklarını bulup-işletmeyi; arzın enerji ve saklı noktalarını keşfetmeyi "kulluk görevi" bilen (Fîzılâli'l-Kur’an: Zariyat suresi 56. ayetin tefsiri)... Kendisini Allah'ın yeryüzündeki halifesi olarak gören (Bakara suresi: 30. ayet)... Yani kendisine inanana da, inanmayana da rızık, ömür, nimet, servet veren yaratıcıyı örnek alarak; çevresine iyilikler serpen ve dağıtan... Ufku geniş, gönlü geniş, eli geniş, feraseti ile evreni kuşatan ve kucaklayan adam…
Bütün bunlar ve bu istikametteki diğerleri, Allah'ın bizden istediği kâmil insan/kâmil mü'min yani "gerçek kul" olmanın şartları ve hedefleridir..
KORKMAK VE KAÇMAK NEDEN?
Şimdi ikinci yanlışa gelelim: Niyeti, gerekçesi, hedefi bu olan müslümanlıktan kaçmak, ürkmek, korkmak niye?
"Müslüman olarak gördüklerimiz bu görüntüyü vermiyor ki!" diyorsanız, bu yaklaşım da yanlış... Türk aydın/ve okumuşunun en büyük yanlışı bu! Siz okumuşluğunuzla, çağın elinizdeki imkânlarıyla, yetişme tarzınızın sağladığı görgü ve birikimle, "İslâmiyet" gibi millî kültürümüzü oluşturan köklü kaynaktan; gür menbadan uzakta dururken, o kaynağın yanlış kullanılışından nasıl şikâyet edersiniz?
Türk aydını, kendi kökleriyle -özellikle de- adını aldığı milletin "din"i ve dinî değerleriyle barışmak zorundadır... Bu gerçek "aydın" olmanın da gereğidir... Yoksa kendine Aydın/münevver diyenin, toplumu "iyiye yöneltme" ve yönlendirmesi nasıl mümkün olur?
SONUÇ
İslâm'ı yaşadığını sananlar da, kendilerini ondan dışlayanlar da, önce bu anlayış ve tutumlarını yargılamalıdırlar...